Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Kazadan sonra

Ömür defterinin yapraklarına günler birbiri ardınca eklenirken hayatın bana öğrettiği derslerden biri şudur: Kendisine yardım etmeyene yardım etmeye, sizin asla gücünüz yetmez.
 
Yine hayat, bu gerçekle bağlantılı bir ders daha verir: İçinden gelmeyene, dışarıdan yaptıramazsın.
 
Yine, ‘asabiyet’in daha büyüğünün ‘ben’de değil, ‘biz’de gizli olduğunu öğretir hayat. ‘Ben’ asabiyetini, yani ‘enaniyet’i aştığını zannederken nice insan, içinde ‘ben’in de yer aldığı ‘biz’in koynunda saklar ve büyütür asabiyetini. Ama ‘biz’ asabiyetini fark ve tedavi etmek, ‘ben’ asabiyetini fark ve tedavi etmekten daha zordur. Çünkü asabiyet, ‘benlik’te kendini kolayca açığa vururken, ‘biz’in genişliği içinde saklanır. Hatta, bir de ‘feragat’ suretinde resmeder kendisini…
 
Bu cümleleri, hayatımın son çeyrek yüzyılında gördüğüm bazı şeyler bir film şeridi gibi hayalimden akıp geçer halde yazıyorum. Yönüne bakıldığında sonunu evvelce görebildiğimiz bir gidişin müthiş bir kaza ve feci bir zayiata nasıl varıp dayandığını o şeritten aşama aşama görür halde hem de.
 
Dostlarım bilir, nicedir söyleyegelmişimdir: “Freni patlamış halde ya bir uçuruma yuvarlanmaya yahut bir keskin virajın ardından karşısına çıkacak kayaya çarpmak üzere hızla yokuş aşağı ilerleyen bir otobüs görüyorum” diye. “Yazık ki, bu kaza artık mukadder gözüküyor, durdurmak imkânsız gözüküyor, kazadan sonra yaralılara nasıl yardım götüreceğiz, tedavileri nasıl olacak, bunun cevabını arıyorum artık” diye.
 
Yazık ki, böyle oldu.
 
Çünkü, kendisine yardım etmeyene, yardım edemedik. İçinden gelmeyen, dışarıdan duyduğu uyarıcı seslere hiç kulak çevirmedi. ‘Biz’ asabiyeti, şefkatle gelen her uyarı sinyalini ‘çekememe, haset, kıskançlık, kulp takma’ diye diye psikanalizlerle çarpıtmayı denedi.
 
Ve olanlar oldu.
 
Olanın olacağı o kadar uyarıya kulak asmamaktan belliydi, ama yine de hüsnüzan ettik, olmamasını diledik, olmaması için çaba gösterdik. Üslubunca yazdık, adabınca konuştuk, anlattık. Önce, bir ‘fanatik’ kontenjanıyla yaşamanın her topluluğun kaderi olduğunu, ama ‘makul çoğunluğun’ mü’min kardeşlerinin uyarılarını dikkate alıp, onları dahi bu halden kurtaracağı ümidiyle yaptık bunu. Sonra, birileri kör taassubun, ‘biz’ kibrinin, ‘başarı’ ucbunun çukuruna düşse de, aklıselim sahibi kardeşlerimizin meseleyi farkedip bu gidişata dur diyeceği, en azından kendisini bu gidişattan azad edeceği ümidiyle.
 
Yoksa, niye yazar, niye konuşur, o kadar zihin ve gönül mesaisini ve o kadar vakti bu konuda kardeşâne bir uyarı için ayırır ki insan?
 
Üstelik, ‘nabza göre şerbet’in zehrini içirenlerin gördüğü o kadar itibar ve iltifata rağmen bu uyarıları yazmamız ve yapmamız, dostluğumuzun sıhhatinden ve kabil-i hitap olduklarına olan ümidimizden idi.
 
Ama şimdi gelinen noktada, beni en çok, mâkuliyetine itimad ettiğim insanların içinden çıkıveren ‘frankeştayn’lar hayrete düşürüyor. Umarım tedavileri mümkündür; ama bunun için, önce onların kendilerine yardım etmeleri gerekiyor!
 
Bu süreçte ümmet de ağır bir fitnenin içinden geçiyor, doğru. Şükür ki, maliyeti daha da ağırlaşmadan son bulsun diye dua ettiğimiz fitnenin içinde, bir büyük tecrübe de ediniyor.
 
Bu yaşananların, bize öğrettiği o kadar çok ders, o kadar büyük ibretler var ki…
 
Hakikatin dengesini, iradeyi aklın elinden alan yöntemlerin muhakkak bir arızaya gebe olduğunu, aleniyetin şart olduğunu, ‘ne istedilerse verme’nin erdem olmadığını, dinî hizmetin bizatihi bir ödül olduğuna, onu başkaca pazarlıklara vesile kılmanın baştan tavır koymayı gerektiren bir maraz olduğunu, ‘kurtarıcı’lara itimad edilmemesi gerektiğini ve ‘kurtarıcılık’ vehminin kurtulunması gereken bir bela olduğunu, kötülüğü hep ‘dışarıda’ resmetmenin bizi bir iç muhasebeden alıkoyup büyük bir kötülüğe duçar ettiğini, daha nice dersi ve ibreti içeren acı ve büyük bir tecrübe…
 
Bu dersleri, dilimiz döndüğünce, takip eden yazılarda yazacağız.
 
Acı konuşacağız bazen. Hem nalına, hem mıhına da diyeceğiz. Bütün meseleyi ortadaki ‘heyüla’ya yıkma kolaylığına da dur deyip, daha geniş dairedeki arızalara da dikkat çekeceğiz. Dahası, bu kavganın ortasında, filiz verme istidadında olduğunu gördüğümüz, bir kısmı yeni başkaca arızalara da dikkat çekeceğiz.
 
Acı gelecek söylediklerimiz. Olsun. Yirmi yıl önce de acı konuşmuş, ‘Camide Dans Var’ diye acıyla yazmıştık da, şimdi aklını hastalıklı muhalefetin dehlizlerine savurmuş biri ‘şefkatsiz’ olmakla suçlamıştı bizi.
 
O zaman da demiştim: “Hastaya hasta değilsin demek şefkat değildir. Şefkatli olmak, hastalığı görmemeyi değil, görmeyi, uyarmayı ve tedavisi için çaba göstermeyi gerektirir. Şefkatsiz olsam, bu kitabı yazmazdım.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum