Abdulkadir MENEK

Abdulkadir MENEK

Kadim komşumuz: İran

Kadim komşumuz İran’a doğru yola çıkıyoruz. Iğdırlı Mehmet Akkuş Ağabey’in kaptanlığı ve rehberliğinde hoş sohbetler ederek Doğubayazıt’tan geçip Gürbulak Sınır Kapısı’na ulaşıyoruz. Iğdır’ın İran’a açılan kapısı Boralan şimdilik kapalı olduğu için Gürbulak Sınır Kapısı yoğun bir şekilde kullanılıyor. Bölgenin bütün yoğunluğu bu kapı üzerinde. Gürbulak Sınır Kapısı, Türkiye’nin İran’a açılan ticaret kapısı vazifesini görüyor. 

Bu nedenlerden dolayı, hemen bayram ertesi olduğu halde kapıda yoğun bir kalabalık var. Bayram nedeniyle bu günlerin, sınır kapısının sakin zamanları olduğu söyleniyor. Demek ki diğer zamanlarda çak daha fazla bir yoğunluk yaşanıyormuş. Türkiye ile İran’ın arasında vizenin bir süre önce kalkmış olması da bunda büyük etkenlerden. Günübirlik ziyaretler, sınır ticareti ve yolcu taşımacılığı da büyük bir seviyeye ulaşmış.

Pasaport ve araç işlemleri birkaç saat zamanımızı alıyor.  Hem Türkiye, hem de İran tarafındaki gümrük görevlileri son derece saygılı. Görevlerini büyük bir titizlik ve nezaketle yerine getiriyorlar.   Saatler süren bekleyişten sonra nihayet İran topraklarına giriyoruz. Sınırın birkaç kilometre ötesinde Bazergan ilçesi var. Burası daha çok sınır ticaretine hitap eden bir şehir görüntüsünde. Çok sayıda Türk vatandaşı hemen dikkati çekiyor. Vakit akşam ve hava soğuk olduğu halde dışarıda büyük bir hareketlilik ve canlılık göze çarpıyor. Buradaki hareketliliğin esas sebebi İran’a ticaret için gelen Türk vatandaşlarına bir şeyler satmak telaşı. Çok sayıda otel, lokanta ve seyyar satıcı hemen dikkat çekiyor.  Yiyecek ve içecekler Türkiye’ye göre daha ucuz. Burada gecelemeye karar veriyoruz. Zengin bir menüye sahip bir İran lokantasında akşam yemeklerini yedikten sonra oteldeki odamıza çekiliyoruz.
Burada doğalgaz kaynakları çok zengin. Her yerde yirmi dört saat boyunca doğalgazla çalışan sobalar yanmaya devam ediyor. Oteldeki rezervasyon görevlisi gururla, “burası Türkiye gibi değil. Merak etmeyin, üşümezsiniz. Kaloriferimiz sabaha kadar yanmaya devam edecek’’  diyor.

Ertesi sabah bir şehir turu atıyoruz. Buralarda çok sayıda Türk şirketinin ofisleri ve temsilcilikleri bulunuyor. İran’la ticaret ilişkileri bulunan şirketler, işlemlerini bu bürolar vasıtasıyla yapıyorlar.  Uygun yerlerde park etmiş çok sayıda Türkiye plakalı araç görünüyor. Sınır ticaret yapan bu araçlar, tekrar geri dönmek için zorunlu olarak kalmaları gereken üç günlük sürenin geçmesi için zaman doldurmaya çalışıyorlar.
İran doğalgazını Türkiye ve Avrupa taşıyan boru hattı Bazergan üzerinden sınırı geçip  Türkiye topraklarına geçmektedir. Bunun için de bölge stratejik bir öneme sahip. 

Bazergan’da yaptığımız gezintiyi bitirerek Maku’ye doğru yol alıyoruz. Maku’ye giderken Türkiye topraklarına dönüp baktığımızda muhteşem bir manzara ile karşılaşıyoruz. Büyük ve Küçük Ağrı dağları bembeyaz zirveleriyle yan yana ve poz vermiş bir eda ile bizleri selamlıyorlar.
Yollar son derece güzel. Bazergan’dan sonrasında yollarda fazla bir kalabalık görünmüyor. Sakin yoldan ilerleyerek İran’ın eski şehirlerinden olan Maku’ye ulaşıyoruz.  Maku,  eski görüntüsü ve taş binaları ile kadim bir şehir görüntüsü veriyor. Buranın nüfusunun çoğunluğu Azeri. Çok sayıda Kürt de bu bölgede yaşıyor.  İran’ın Batı Azerbaycan Eyaleti İllerinden olan Maku, dağlar arasında bir şehir. Daha önceleri bu bölgede çok sayıda Hıristiyan yaşarmış. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bunlar başka ülkelere göç etmişler.

2009 yılı içerisinde Ağrı ile Maku, kardeş şehir olmuşlar.  Bunun sonucunda ilişkilerde gözle görülür bir hareketlilik yaşanmaya başlanmış. Maku’de tepelerde, yükseklerde yapılmış Caferi Medreseleri hemen dikkat çekmektedir. Yüzyıllar önce açılan bu medreseler, halen de faaliyetlerine devam etmektedir.
Her tarafta Azeri Türkçesi ile konuşulduğu için hiçbir yabancılık hissetmiyorsunuz. Buranın halkı ile iletişim kurmak son derece kolay. Örtünmek mecburi olduğu için bütün kadınlar başörtüsü takıyor. Ancak çok şuurlu bir şekilde örtünmedikleri hemen belli oluyor. Çoğunluğu yasak savma kabilinden örtünmüş. İran İslam Devriminin üzerinden otuz yıldan fazla bir zaman geçtiği halde bu konuda yapılan eğitim çalışmalarının yetersiz olduğu görülmekte. Tabandan tavana doğru olan ıslah metodunun ehemmiyeti ve geçerliliği bununla bir kez daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Risale-i Nur’un takip ettiği ‘’fertten cemiyete’’ doğru ıslah metodu, fıtrata en uygun olan hizmet metodu. Baskı ve zorlama ile yapılacak çalışmaların insanların kalbine inmediği ve yüzeyde kaldığı, tecrübelerle net bir şekilde her vesile ile görülmekte. 
İran’daki Ermeni Hıristiyanlar her yıl yaz aylarında Maku yakınlarında bulunan Tatavus Kilisesi’ni ziyaret etmektedirler.  Bu kilise Ermeniler tarafından kutsal olarak kabul edilen önemli mekânlardan biridir. Yaz aylarında Maku şehri bu nedenle büyük bir ziyaretçi akınına uğramakta. Özellikle yıllar önce bu topraklardan ayrılan Ermenilerin çocukları, dedelerinin yaşadığı toprakları bu vesile ile ziyaret ediyorlar.
Mehmet Akkuş Ağabey’in bazı dostlarını ziyaret ediyoruz. Çaylar içiliyor, alışverişler yapılıyor. Daha doğu bölgelerine gitmek için zamanımız müsait olmadığından, mecburen dönüş yolculuğu başlıyor. Akşam vakitlerinde tekrar Bazergan’a dönüyoruz. Burada akşam yemeğini yiyiyoruz. Iğdır taraflarında meşhur olan Bozbaş yemeğini sipariş ediyoruz. Mehmet Akkuş Ağabey, ‘’bu yemeği bizim Iğdır’da daha güzel bir şekilde yapıyorlar’’ diyor.

Bugünlerde İran, yeniden karıştırılmak isteniyor. Zaman zaman bu kadim komşu devleti karıştırmak için dış destekli bazı tertiplere girişildiği görülmektedir. Birçok şehirde büyük olaylar çıkarıldı ne yazık ki. Resmi açıklamalara göre bu olaylar sonucu on beş kişi hayatını kaybetti. Temennimiz huzur ve sükunun en kısa sürede temin edilmesi.
Dönüş için geldiğimiz Gümrük Kapısı, bu sefer daha da kalabalık. Epey uzun bir kuyruk var. Fakat görevliler epey hızlı ve pratikler. İşlemler çok uzun sürmüyor. Mehmet Ağabey’i işleri nedeniyle sınırın İran tarafında bırakıyoruz ve İbrahim ile birlikte Gürbulak Sınır Kapısı’nın Türkiye tarafına geçiyoruz. Burada Iğdır’a gitmek için bir araç kiralıyoruz.

Geri dönüş yolculuğu başlıyor. Doğubayazıdlı şoför aracının teybine bir kaset koyuyor. Yanık bir erkek sesi ve hazin bir Kürtçe beste arabanın içini dolduruyor. Söyleyenin kim olduğunu soruyorum genç şoförümüze. ‘’Şeroyê Bıro’’ diye cevap veriyor. Daha önce hiç duymadığım bir isim. Hakkında biraz bilgi vermesini istiyorum. Genç şoförümüz anlatmaya başlıyor. 1930 yılında başlayan ve binlerce insanın ölümü ile neticelenen Ağrı Harekâtı sırasında ölmemek için yurt dışına kaçan binlerce kişiden biri.

‘’Şeroye Bıro’’ de Ermenistan’ın Başkenti Erivan’a kaçıyor. Tam bu sıralar, Sovyetlerin yayılmacı politikalarının uygulamaya konacağı ve bu amaçla da etnik farklılıkların kaşınmaya başlanacağı zamana denk geliyor.  Erivan Radyosu’nda daha sonraki yıllarda Kürtçe bölüm kuruluyor. Bunun için de Ermenistan’a kaçan insanlar, bu amaçla kullanılıyor. Şeroye Bıro de Erivan Radyosu’nun Kürtçe Sanatçılar kadrosuna dâhil ediliyor. Kendi ülkesinde ve topraklarında dilini konuşamayan ve folklorik eserleri söyleyemeyen insanlar, bu şekilde komünizm propagandasının maalesef birer aleti haline geliyorlar.

Ben 1960’lı yılları hatırlıyorum. Akşamları belli vakitlerde radyo dinlenirdi bizim evde. Dinlenen radyolar daha çok Bağdat ve Erivan Radyolarının Kürtçe yayınları idi. Ana bir cadde üzerinde bulunan evimizde radyo dinlerken, sesinin yüksek olmamasına da özellikle dikkat edilirdi. Bu radyoların belirli saatlerinde Kürtçe stranlar çalınırdı. Bizim bölgenin meşhur dengbêjleri (ses sanatçıları) bu radyolarda bölgemizde sevilen Kürtçe şarkıları seslendirirlerdi.  Demek ki Meryem Xan, Hasan Cizrevi, Mehmed Arif Cizrevi, Kawus Ağa ve Ayşe Şan ile birlikte dinlenen dengbejler arasında Şeroye Bıro de varmış. Şeroye Bıro bu şekilde Erivan’a yerleşmiş ve burada ölmüş.

Bizim genç şoförden Şeroye Bıro ile ilgili bazı bilgiler alınca Ahmet Kaya’yı hatırlıyorum. Çok değil birkaç yıl önce Magazin Gazetecileri Derneği’nde yapılan ödül töreni sırasında yaptığı konuşmada Kürtçe bir klip yapacağını söyleyince kıyamet kopmuş ve mutfak kapısından kaçırılarak büyük bir olayın önüne geçilmişti. Serdar Ortaç da sahneye fırlamış ve katılımcılar eşliğinde ‘’Onuncu Yıl Marşı’nı’’ vatan kurtarma edaları ile söylemişti.  Ahmet Kaya, daha sonraları da hakkında açılan davalar nedeniyle Türkiye’de daha fazla kalamamış ve Fransa’ya gitmek sorunda kalmıştı.

Siyasi görüşü ne olursa olsun ülkemizde yaşayan büyük bir kesim tarafından beğenilen ve halen de dinlenilen Ahmet Kaya’nın Paris’e gittikten kısa bir süre sonra belki de üzüntüden geçirdiği bir kalp krizi sonucu ölmesi ve kıyafetleri ile Hıristiyan adetlerine göre gömülmesi beni hatırladıkça üzen bir hadisedir. Demokratik, insani ve İslami haklarını çok gördüğümüz ve bu şekilde yurt dışına kaçmak zorunda kalarak bizden iyice uzaklaşan vatandaşlarımızın bu hazin akıbetleri, herhalde çok elim bir hadise olsa gerektir. ‘’Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne’’ diyen ve çoğu zaman da bizim toprakların sesini terennüm eden bazı sanatçıların bu şekilde anti demokratik muamelelere maruz kalması, övünülecek bir davranış değildir. Bunda bu şahıslar kadar, onları böyle bir hayata sürükleyen sistemin ve şahısların da büyük sorumluluğu yok mu?
Kim bilir, Şeroyê Bıro’nun Erivan’daki akıbeti nasıl olmuştur?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum