Kaderimiz

Kaderimiz

Cemil Karakullukçu'nun yazısı....


KADERİMİZ

Ayılıp gözlerini açınca beyazlar içindeydi. “Cennette miyim?” diye düşündü. Muzipliği üzerindeydi yine. Beyazların süslediği kızı görünce de, “İşte bu Huri!” diye içinden geçirdi ve yüzünü aniden ondan çevirdi. Ama içine bir kor düşmüştü; yeniden bakınca kız ona gülümsüyordu. Konuşmuyordu hiç, yalnız dudaklarının kıvrımları ile ve de yanaklarının gülümsemekten aldığı şekille “Hoşgeldin!” diyordu sanki ona. Cennette ise de, onun bu sözü söylediğine emindi. Yüz hatlarından içinden geçenleri okumada pek mahir değildi. Bırakın yüz hatlarının bilmem hangi kıvrımlarının ne anlama geldiğini, kimi zaman açıktan açığa söylenilenleri de zor anlıyordu. Ne söylemiş olursa olsun, herhalde “Sağol!” u söylerken kendisi de duymamıştı; sesi kısıktı çünkü. Önce biraz kızardı. Sonra “Cennette isem duyulsun duyulmasın fark etmez” dedi.
Etrafına bakındı. Sağında, solunda, karşısında hastalar vardı. Kimi inliyordu, kimi öksürüyordu ve kimi de hakaretler yağdırıyordu. Sesler kulağını rahatsız etti. “Olmaz!” dedi. Burası Cennet olamazdı. Cennet, hasta insanları kabul edemezdi çünkü. Orası sağlamların yurduydu; sevenlerin ve gülenlerin… Şu anda karşısında gülenin yüzü gibi ışık saçmalıydı oraya girecekler. İnsanın içini ısıtmalılar. “Oh” dedirtmeliler. Ne tür kaygı varsa hepsini silip süpürmeliler.
“Yoksa ben hayal mi görüyorum” diye aklından geçirdi. Eline dokundu, üzerindeki giysinin bir yerinden çekti, tavana baktı. Tavandaki ışıklar yanmıyordu. İçerisi apaydınlıktı; biraz sol tarafa bakınca içeriyi aydınlatan bol ışığa geçit veren pencereyi gördü. “Cennete gitsem; cennet benim yaşadığım dünyaya gerçekten çok benziyordu” diye de kafasından bir düşünce geçti.
Cennet kafasına takıldı ya bir kez, başka türlü düşünemiyor ya da yorumlayamıyordu. Cennetin bu dünya hayatına çok benzeyeceğini okuduğu kitabı da hatırladı. Kalındı, ciltli ve meşin kaplıydı, bir de kırmızı renkteydi. Dünyadaki hazlar daha katlanmış şekliyle insanın karşısına çıkacaklardı. Orası hazların, güzel duyguların ve ödüllerin doldurduğu bir yurttu. Oradaki hayat sonsuz olacaktı, insanın duygularına karşılık gelecek bir şekilde. Oradaki her şey bu dünyadakine çok benzeyecekti; ama asla aynısı olmayacaktı. En küçük haz bile sonsuzluk nasibini alacaktı. Güzel de “Gerçekten ben nerdeyim?” sorusunu yineliyordu kendine. Tekrar ona gülen “Huri” güzele bakınca daha bir şaşırdı. Hala ona gülüyordu. O ona güldükçe, içinde onun da anlamadığı bir bölgede, belki de kalbinde bir şeyler olduğunu hissediyordu. Konuşan duygulardı; alışverişe başlayan iç dünyalarıydı. “Lütfen kolunuzu uzatır mısınız?” sözü yine o gülümseyen ağzından çıkıyordu. Bu sözü duymasına duydu, ama hitabın kime olduğunu anlayamadı. Etrafına bakındı. Kahkahayı duyunca elini uzattı. “Hah işte” diyerek, kaş ile göz arasında koluna bir iğne yaptı hemşire. “Cennette iğne yok” dedi ve nerde olduğunu ancak şimdi anlayabildi.
Bir sevinç vardı içinde; ama şimdi uçup gitti. Bütün bedenini kaplayan bu hazzın ortadan kaybolması, onu boş bir çuval haline getirdi. Bir anda geriye döndüğünü, mayınlarla kaplı yolun önünde uzandığını gördü. Canavarlar dolaşıyordu uzaklarda. Yabancı insanlar ise canavarlardan daha vahşi görünüyorlardı; sinsi ve düşmanca davranıyorlardı. “Hayır” diye bağırdı. Bağırması ile bayılması bir oldu. Gülümseyen hemşire öylesine bir çığlık attı ki, ne kadar doktor ve hemşire varsa koğuşta, başına toplanmıştı. “Yaşamalıdır” diye haykırdı. Bu bağırıştan olacak ki, gözlerini açtı. Yine ilk gördüğü hemşireydi. Hemşire şimdi gülmüyordu. Ama gülümsemekten daha tatlı bir görünümü vardı. Gözlerinden, dudaklarından, yanaklarından ve el kol hareketlerinden şefkat akıyordu. Öylesine günahsız bir görünüme büründü ki hemşire, bir zaman hiç kırpmadan alamadı gözlerini üzerinden. İkisinin birbirine bakışı ilgi uyandırmıştı ki, oradakileri şaşırttı. Hemşirenin bu tavrına anlam veremedi kimse.
Doktorlar ve diğer hemşireler birbirine bakışarak ayrıldılar yanından. O hemşire ile baş başa kaldı. Bir zaman daha bakıştılar. Sonra utandı herhalde; kızardı. Gözlerini ondan kaçırdı. Hemşire de başını çevirdi. Birkaç adım ya attı ya atmadı, tekrar ona bakarak göz göze geldiler. İkisi de bakmalarının nedenini bilmiyordu; ikisinin de aklı başından uçup gitti sanki. Çaresiz uzaklaşınca hemşire, rahat bir nefes aldı. “Ben nerdeyim?” diyebildi. Bir zaman gözlerini yumdu. Sağlıklı düşünmeye başlayınca gözlerini açtı. Belden aşağı bütün bedeni alçıdaydı. Başından aşağı kaynar sular döküldü. Ne olacaktı bundan sonra? Gençliğe bir veda mıydı yoksa? “Bana ne oldu böyle?” sorusunun cevabı ortada kaldı. Gözlerinden birkaç damla yaş aktı. Yaşlarını silmek bir kenara dursun, ona bir el selpak uzatıyordu. Mendili aldı; ama kimden aldığına bakmadı. Gözlerini sildikten sonra başını kaldırdı, aynı güzellik ve beyazlıkta hemşireyi görmüyor muydu? Dili tutuldu. Ne demesi gerekirdi? Bu bir melek miydi yoksa? Bu bakışlarda acıma vardı; acımanın ötesinde isim vermekten utandığı bir şey vardı.
“Ağladın galiba?” dedi. “Hayır” diyemedi; biraz önce kendisinden aldığı mendille gözyaşlarını silmişti. “Evet” de diyemedi; yaralı da olsa o bir delikanlıydı. Yüzüne baktı çaresizce. Hemşire gülümseyince içinde yine bir şeyler oldu. Şakacılığını unuttu. Bütün ciddiyeti üzerindeydi şimdi. İçine bakıyordu; orada bir yerlerde ümit ışığı vardı. Ta uzakları gösteriyordu.
Belden aşağı alçısını tekrar görünce gözlerini yumdu elinde olmadan. Hiçbir şey düşünemiyor ve gözlerini açmak istemiyordu. Her yer karanlık olsundu. İki yumruğunun tersiyle bastırdı gözlerine; açmak istemiyordu onları. Dışarısı karanlık, iç dünyasının ışıkları yanıktı yalnız. İkilem içindeydi. Öylesine daldı. Ne bir rüya gördü, ne bir kâbus; her şeye karşı tepkisizdi. Ne kadar böyle kaldı?
Bir başka hemşire onu uyandırıyordu. Röntgen filmi çekilecekti. Ama o uyanmak istemiyordu sanki. “Beyefendi” hitabını duyunca, uyandırmaya kararlı olduklarını anladı. Gözlerini açtı; gördüğünü değil de başka birini aradı kalbi. Röntgen cihazının arkasında ışıldadığını görünce çok rahatladı. Bu onun içini ısıttı, berikine ise tepkisizdi. Film çekildi; koca makine gıcırdayarak uzaklaştı. Şimdi onu engelsiz görüyordu. Konuşamazdı onunla. İçinde hissettikleriyle alçıda olan hali pek örtüşmüyordu çünkü. Kimi kime yaklaştıracaktı? Yaşayan ölüyü her tarafından hayat akan birine mi? Hemşire de konuşmuyordu. Hem konuşmasına da gerek yoktu ya. Dili yerine gözleri içindekini ifade etmeye yeterliydi.
Kendi durumu hakkında bilgi almaktan korkuyordu. Tehlikeli bir konumda mıydı? Belki de henüz bir tohum halinde olan ve kendisinden isim olarak söz etmek istemediği bu acayip duygunun uçup gitmesiydi bütün korkusu. Sanki bu duygu, içinde onu yaşatan bir güçtü. Alçısı karşısında, bir an bu duygunun içinde buharlaştığını düşündü; her tarafın karanlığa büründüğünü sandı. Anladı ki, içindeki ışık onu hayata bağlıyordu. Yine anlıyordu ki, içindeki ışık hemşireyle yakından ilgiliydi. Ama bir anda “O kimdi ve ben kimdim?” diye düşündü. O bir “Huri” gibiydi; her zaman sevgi ve sıcaklık yayıyordu. Kendisi mi? Kendisinin kendine ne yaydığını iyi biliyordu; soğukluk ve ümitsizlikten başka bir şey değildi bu. Pencereden sızan ışıklar ölgünleşince, bedenine koyu bir karanlığın çöktüğünü gördü. Gözlerini yumdu ve içindeki ışığı aradı. Galiba kalbinin bir köşesindeydi. Ona güç veriyordu. Elindeki bir elektrik feneri gibi güven veriyordu ona. Önünü onunla ışıklandırıyordu.
Aradan henüz bir gün geçti. Kendi başına neler geldiğini sormadı kimseye. Belki de duymak istemiyordu. Bedeni için değil, içindeki o ışığın kendisini terk etmesinden adeta titriyordu. O ışıksız yaşayamayacağına inanıyordu şimdi. Artık ne idiyse o ümit ışığı, bundan sonraki hayatının temel öğesi olacaktı herhalde.
Gün geçmezdi ki, hemşire ona gülmesin; gözlerinin içiyle onunla konuşmasın. Nedense her ikisi de cesaret edemiyordu sözlü konuşmaya. Sanki her ikisi de konuşmaktan, konuşmayla aldıkları o eşsiz tadın uçup gideceğinden korkuyorlardı. Korkuyorlardı içindekileri kelimelere dökmeye. Gözlerinin ve kalplerinin konuşması onlara yetiyordu.
İçini dinlediği ve duygularıyla konuştuğu bir günün sabahı, kalabalık beyazlı giysililer geliyordu yanına. Anlaşılan doktor ve hemşirelerdi bunlar. Ellerindeki kâğıt tomarlarından durumun tehlike boyutunu konuşuyorlardı aralarında. Durumunun bilinmesini her nedense hiç istemiyordu. Birinin “Omuriliğinde hasar olmayabilir” sözü kulağına gelmişti. Bu bir müjde olabilirdi onun için; ama ona da tepkisiz kaldı. Bu müjdenin bile içindeki o zenginliği silip süpüreceğinden korkuyordu. Durumu değildi derdi. Şimdiye kadar hiç hissetmediği bir duyguydu bu. Ne olabilirdi? İşin burasını hiç kurcalamak istemiyordu ya. Konuşanların hepsine göz gezdiriyordu. Onlardan duyacak güzel haberlere hiç aldırmıyordu. Hemşire doktorların arkasında sessizdi; ama müjdeli söz asıl onu etkilemişti. Gözleri bir anda parlayıverdi. Onunla yine bakıştılar, hemşirenin gözleri geleceğinin müjdesini veriyordu sanki.
Doktorlar uzaklaşınca, hemşire de ona bir göz atarak onlarla ayrıldı. Doktorların gitmesinden rahatladı, ama hemşirenin oradan ayrılmasından olacak içine bir yalnızlık çöktü. Yalnızlık ona bir şey hatırlattı; annesini, babasını bir de kardeşini. Sahiden onlar neredeydi? Neden başucunda yoktular? O huri gibi güzel ve insana sıcaklık veren hemşire neyin nesi? Onlar neden habersiz? Kafasında bir sürü sorular zinciri oluşmaya başladı. İçinden koptukça daha da artıyordu sorular.
Yanında kimseler yoktu. İçinde yine aynı o ışık, onu hem ısıtıyor, hem de yalnızlıktan kurtarıyordu. Kaybolmaması için nasıl korumalıydı onu? Biraz düşündü. Kalbinden daha muhafazalı bir yer olur muydu? Bütün dünya bomba olup patlasa ona bir şey olmazdı oracıkta. Kalbine yerleştirdi sevgisini. “Sevgi mi?” dedi aniden. Sevgi deyince annesinin başını okşarken aldığı hazzı hatırladı. O hazda saygının en büyüğü vardı. Bu ona kutsal geliyordu. Berikiyse daha sevecen ve daha dostça… Bu ikisinin arasında elbette fark vardı. Ama ne olursa olsun ikisi de insanda bir zenginlikti. Annesi yanında yoktu; ama hemşirenin sıcaklığı o acılı halini biraz olsun unutturuyordu. “Nerde annem?” dedi iniltili bir sesle. “Anne” diyerek avazı çıktığı kadar bağıracaktı delikanlılığından utanmasaydı. Ama “nerde annem?” diye bu ikinci, sayıklar gibi iniltisinde sağına bakınca hemşireyi gördü. İçi sevgiyle doldu. Konuşmak istiyordu hemşireyle, nedense bir türlü buna cesaret edemiyordu. Bu kadar yakın olduğu ve üstelik nerden kaynaklandığını henüz bilemediği duygularla bağlandığı biriyle konuşamamasına bir türlü anlam veremiyordu. Annesini, babasını ve kardeşini de mi soramayacaktı ona? Sahiden bir sır saklıyordu içinde, konuşursa o sırrın bozulacağından korkuyordu galiba. Korkuyordu değil, tir tir titriyordu. Kalbindeki o sevgi gitse çırılçıplak kalacağını sanıyordu.
“Ne olursa olsun?” dedi kendi kendine; o günün akşamına doğru, bir daha o sevecen yüzüyle ona gülerse, hemşireye açacaktı annesinin ya da babasının niçin gelmediğini. Fırsatı yakalamayı bekledi. Birkaç saat onun için bir yıl olmuştu. O gün hep hemşirenin gelmesi ümidiyle içini ısıtırken, titrek sesi ile de olsa bunu ona açacağına cidden karar vermişti. Konuşabilecek miydi acaba? Sesi nasıl çıkacaktı? Konuşmasıyla araya bir soğukluk girmesinden de korkuyordu. Ama ne olursa olsun, gerçek sevginin sökün ettiği annesini soracaktı, babasını ve kardeşini sormalıydı.
Pencereden güneşin camdan yansıyan parıltısı gözünü alınca, başını soluna çevirdi. Tam karşısında hemşireyi görüyordu. Yine gülüyordu ve içini yine sevgiyle dolduruyordu. Alnından başlayan bir kızarıklık, kulaklarına kadar uzandı. Yutkundu. Bir şey söyleyeceğini anlamış gibi hemşire ona eğilince, fırsat bildi ve bir çırpıda “Annem ve babam yok mu?” diyebildi. Biraz düşündükten sonra “Onlar mı?” diye cevap verdi hemşire. Sesi de güzel ve yumuşaktı; ne kalındı ne ince, pürüzsüz çıkıyordu boğazından. Hemşire fazla duramadı yanında, hemen ayrıldı. Duraklayıp sorulu cevap vermesinden ve bir de yanından hemen ayrılmasından kuşkulandı. Hemşire bir şeyler gizliyordu sanki ondan. Ne oldu? Ne olabilirdi? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Sanki çocukluğunu da unutmuştu. Bu hastane denilen ortama nasıl gelmişti? Bu hemşire neyin nesiydi? Hemşire, hemşirenin bu acayip sevgisi olmasaydı delirmesi an meselesiydi. Alçısına baktı; gözleri kararacaktı neredeyse. Yumdu gözlerini.
Hemşire sorusuna nasıl cevap vereceğini düşünüyordu. Hemşire de onsuz yapamayacağını biliyordu. Yatağından bir külçe gibi yatan birine bu sevgi akışı nedendi? Bir melek gibi görüyordu onu. Masum gözleri vardı, çaresiz ama bir o kadar insanın içini ısıtan bakışları vardı. “Benim kaderim mi?” diye düşündü. Hemşire bir an olan biteni ona açmayı düşünmedi değil. Onun için büyük bir şok olmaz mıydı? Bu acıya nasıl dayanacaktı? Ne olursa olsun, durumunu hiç kimse ona kendisinden daha yumuşak bir şekilde açamazdı.
Pencereden ışık ölgün geliyordu. Güneş batmak üzereydi. Koğuşun giriş kapısından güneşin kızıllığı yansıyordu. Tam o sırada hemşire giriyordu içeri. Güneşin kızıllığı onu daha da güzelleştiriyordu. Hemşire ona bakıyordu. Hemşireyi yanına gelinceye kadar izledi. Yanına tam gelince, hemşirenin gözleri yine üzerindeydi. Bir müddet bakıştılar. Yutkundu beriki. Yine aceleyle “Soruma cevap alamadım” dedi. “Sen yalnız değilsin” dedi hemşire. Sorusuna cevap olup olmadığını düşündü. Aval aval yüzüne baktı. Anlamadığını anlayınca hemşire, “Ben varım ya yanında” diye söylemekle bir dayanağının olduğunu ima değil yalnızca, düpedüz ilan ediyordu. Üstü kapalı da olsa, cevapların nereye varacağını az çok hissediyordu. Gerisini irdelemedi. Gözleri daldı. Hemşirenin yumuşak eli başını okşayınca, oluk gibi boşandı gözleri. Sessiz ağlıyordu. İçine bir gariplik düştü. Hemşirenin bu masum garipliğini platonik aşka dönüştürüyordu sanki. Ailesinin bütün bireylerini kaybettiği bir ortamda o yapayalnız değildi artık. Bir o ve bir de hemşire. Anlaşılan birlikte sürdüreceklerdi hayatı.
Hemşire yüzüne baktı.
O da yaşlı gözlerle bir zaman süzdü hemşireyi; “Kaderim” dedi.
Hemşire de “Kaderimiz” diye perçinledi sözünü.