Kader yazıları

"Men plan; God laughs"

Kader'le mukadder arasındaki ilişki, deniz ve katre arasında kurulan bir bağlantı sanki. Sonsuz'un içinden çekilen bir kur'a, belki de bir tercih. İrade-i cüz'i seçebilen bir kudret-i vehmiye. Parmaklarını bile oynatamayan bir kuvvet. Acılarını, arzularını ağlamaklı bir dille açığa vuran insan yavrusu gibi; çığlıktan başka malzemesi yok. Yıkılmaya hazır bir duvarın altında dikilmek ya da dikilmemek; bütün mesele bu. Allah'ın kaderinden yine O'nun kaderine kaçış. İlmî ve nazarî değil, hâlî ve vicdânî olan bir inanış.

"Kader'in mahkumuyuz!"...ucuz bir kesinlik bu. Filolojisi olmayan bir gevezelik, bohemik bir perspektif, günah keçisi arayan bir tecessüs. Kendi kurguladığımız dünyayı açığa çıkartan bir turnusol. İstediklerimiz verilmeyince ağlama vesilesi kıldığımız bir keyfiyet. Amatör bir samimiyetlikten çok profesyonel bir menfaatperestlik. Boyutlarını yitirmiş sansasyonel bir çığırtkanlık. İnsan ile insan-üstü'nün tarihçesini anlatan bir hikâye. Ahlakını yitirmiş bir diplomasi; makyavelist bir uysallık. Yaptıklarımızı meşrûlaştıran (!); bize in'âm olunan nimetlerle övünmek için fırsat sunan bir paradigma. Aristokrasiyi yerle bir edebilen bir şey. Herkesin, onun karşısında elpençe divan duruması onu mazlum olanın kalesi, cebbâr olanın düşmanı kılıyor. Hepimiz biraz masum, biraz zorbayız. Onun için kaderi anlamakta problemler yaşıyoruz.

Kader, sonsuz bir karanlık içinde, geometriyle dolu uzamın bir köşesinde koşaradım giderken kendimizi hür hissedişimizden başka bir şey değil. Nereye kaçsak, orası \'kader'. Kaçtığımız yönler ise kaderden devşirdiğimiz kaza çiçekleri. Kader'in güzelliği gizemli oluşundan. \'Yaratılmış olmak' okyanustan başını çıkartan balığın durumu. Keskin ama çaresizce bir zıplayış, sonunda tekrar okyanusun kucağına düşüş; okyanus'a, yani kader-i ilâhiyeye. Özgürlük denilen şey tercih edebilmekten başka bir şey değil. Her an bir tercih yapmaktayız ve her an yeni bir kâinat yaratılmakta. Ya da her an yaratılagelen kâinatlar içinde tercihlerimizle anlam kazanma çabasındayız. Sinematografiyi yani akışkanlığı gerçekleştirmek için hızla kaydırılan resimler. Hâsıl oluyor hissi veren bir fotoğraflar dizgisi. Hızlıca döndürüldüğünde içi doluymuş gibi görünen bir çizgi. Fenerimize -yani enaniyetimize- güvenip ateş böceği misali güneşten haberdar olmadan, kendi dar ve sığ çevremizde belirenlere nefsimizden bir elbise giydiriyoruz. Kuyruğundan tuttuğumuz fili, bir deyneğe benzetişimiz bundan. Rüyalarımızın çıkması, feneri söndürdüğümüz bir zamanda, tercih yapamadığımız bir ülkede (uykumuzda) bize ikrâm olunan kader-i ilahiyenin fotoğrafları sebebiyledir; bilmiyoruz.

"Kadere iman, kaçınılmaz olan beşeri acılarımıza dokunaklı bir cevaptır" diyor İzzetbegoviç. Tanrıların da âciz kaldığı bir plüralizm. Çoktan seçmeli bir imtihan. Kuvvet ile değil niyet ile iştirâk ettiğimiz bir yarışma. Tanık oluşumuzun idrakine varış. Edward Said: "Kişinin değiştirme gücüne sahip olmadığı üzücü bir duruma tanıklık etmesi hiç de renksiz bir faaliyet değildir" diyor. Karşısında edilgen kalıverdiğimiz bir sinemanın bedavacı seyircisiyiz. Koltuğumuzda otururken kinleniyor, taraf oluyor, seviyor, isyan ediyoruz. Dramatikliğimiz ve isyankarlığımız film karelerinde değil içimizde. Niyetimizin rengine göre varlık aleminde parıldıyoruz. Organik bir katılış bu; hem orijinal hem çalıntı.

Yukarıdan bakan birisi için aynı hattı paylaşan trenlerin çarpışması "mukadder" bir durum. Yani tarihçe-i hayatları önceden belli. Kaderi bir kısırdöngüye kalbedişimiz, krallığımızı yanlış bir platformda kurmaya çabalayışımızdan. Kaderimiz ellerimizde değil kalbimizde esasında. Pazularımızla doğrudan bir alakası yok. Nasıl bakarsan öyle taâllûk eden bir dünya. Kollektif bir duygu değil; ferd be ferd inanacağımız bir realite; tek tek kavrayabileceğimiz bir mesele. Karşısına geçip derinliğini okumaya çabaladığımız bir kitap. Pozitivizmi reddedebilme refleksini gösterebildiğinden aklımıza ağır darbeler vuruyor. Sefahât ve atâletimize sebep olmak için değil, yeis ve hüznümüze derman olmak için çabalıyor.

Kaderin akılla açıklanamaz sayılışı, İbn-i Sina hazretlerinden beridir bir galât-ı meşhûr (1). Herkesin öyledir zannedegeldiği bir inanç. Hâlbuki  iman zannı kaldırmaz. "Geçmiş ümmetler, kader hakkındaki soruları sebebiyle helâk oldular" diyor peygamber-i Zîşân. İnsanlar anlamak için değil, itiraz etmek için soruyorlar Çünkü. Sâ'd-ı Taftazânî bir entelektüel, Sâid-i Nursî bir necm-i sâkıb. Kader hakkında kalem sallayabilmiş iki güzîde insan.bu dünyadan değiller sanki. Ciddi adamlar, çünkü yaralandığımızı kabul edebilmişler. Tefer'un edip firavuna benzemek kolay, teslim olmak ağır gibi gözüktüğünden onları da anlayamıyoruz.

Kulluğun mebde'inde teklif-i ilahiyi zimmetine almak, müntehâsında takdir-i ilahiyi kabul ve ona rıza ile yanaşmak vardır. Mebde ve münteha, sual ve cevap, dâi ve sebep, hepsi de Hak'tandır. Bizden olan sadece niyet, nazar ve teslimiyeti renklendiren cüz'i ihtiyariyi tahrik etmek manasında "kisb"dirki; hadsiz vücuda ve tahribe ayna olan bir emr-i itibari; (sayılarla anlam kazanan sıfır misali) varlık ve yokluk arasında kalan ince bir çizgidir; mahiyetinden haberdar olmadığımız, fakat varlığına vicdanen şehadet getirdiğimiz bir realitedir. Bizim yaptığımıza bir “sebeb-i adi” denilebilir ki bir netice ona mukarenet ve arkadaşlık edecek. O adi sebep kaderin girişimine (taâllûkuna) bir meydan verir ki; o sebebi yok saymak, kaderin tayinini de gizemin toprağına atmak manasına geldiğinden; o kisb bir tercih suretinde, yaratıcı ve vücud verici suretinde değil, meyelân şeklinde ortaya çıkacak.

İrade bir sıfattır, onun şe'ni (işi, ondan beklenen) birşeyi diğerine racih ve üstün görmektir. Kudret, o rüchâniyete, o seçime bir vücud verir. Bombaya tahrik veren parmak, tahrib edilenleri yıkan kudret değildir; belki bomba ile onun sebep olduğu tahribat arasında bir mukarenet kuruluşuna mebde olan meyelândır. Olan, şehâdet alemine çıkan şeyler için faraziyelerde bulunup; olmasaydı şu olur muydu, olsaydı şöyle olacak mıydı gibi sorular sormak, kaderin karakterinden değildir. Çünkü kader, o olay hakkında öyle takdir etmiş. O olay olmasaydı kaderin hükmü nasıl belirecekti? Öyle ise denilmesin "Filan adamın ölmesi filan vakitte mukâdderse, ihtiyarıyla tüfengi boşaltan adamın ne suçu vardır?". Ölen adamın vefat anını tüfeği boşaltan adamın niyetiyle birleştirmek ve o birleşmeden yeni bir durum ortaya  çıkarmak kaderin işidir.

Bunca nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyâz gibi tekvînî ayetlerin üzerine kurulmuş hayat içinde insanın bu yüksek hakikâtlerden uzak kalmasını düşünmek anlamsızdır. Âsab ve damarlarımıza nizam veren bir kudretin arzu ve emellerimizden gâfil kalacağını; haksıza haddini bildirmekten, haklıya hakkını vermekten uzak kalacağını farzetmek mânâsızdır. Kader ile mukadder arasında bir yer bulmaya çabalayan cüz'i irademize, kesemeyen o tahta kılıcımıza bir medet vermemesi, ilgi göstermemesi mümkün değildir.

"Rüzgârın önünde bir yaprak gibiy(miş)iz" (2). Şiiriyeti olmayan, pejmürde bir teslimiyet. Hırsızı haklı, Yezid'i adil kılabilen bir faraziye. Saç taramayı, âşık olmayı, çalışmayı abes sayıyor. Cebrî bir devinim yani. Enâniyet yok, günah yok, iman yok, savaş yok. Yahut hepsi de var, lakin anlamları yok; çünkü sorumluluğu reddeden bir tarafı var. Hem, rüzgârın kim olduğunu izâh edemeyen bir kabulleniş bu. Antropolojiyi, fiziği, genetiği mekanik bir ritme terkediyor. Bugün ve yarın yok; dün ve bugün aynı nakışları haizdir diyor. Oysa, hayat mucizeyse ve ateş İbrahim'i yakmıyor, nazenin kökler taşları şakk edebiliyorlarsa, Cebriyye'yi de anlamsız kılıyorlar demektir.

Hiç değer verilmemiş birisine aziz muamelesi yaparsan, bundan faydalanmaya kalkışır. İhsan-ı ilahi'den fazla ihsan, ihsan değildir diyor ceride-i seyyare. Kadere karşı savaşımız, çizgi filimlerle başlıyor. Masumiyet çağında günaha çağırılan bir insanlık. Kadere karşı yaptığımız cengin meydanı yabancısı olmadığımız bir isim: Bilim. Her birisi bir kader harikası olan varlıkları kadere karşı kullanmaya kalkıyoruz. Eğer belirli bir nizam olmasaydı, Aspirin’in faydasından bahsedemeyecektik. Herkes için bir kâinat, her nefes için bir atmosfer lazım olacaktı. Koca küreleri döndüren kuvveti kıskandığımız için isyan ediyoruz. Elest Bezmi’ndeki hikâye: Bütün ayrıcalıklarımızın bir başkasına bağlı oluşu, şeytani bir iç burkuntusunu içimizde yaşatıyor. Şahdamarımıza sokulabilen bir kuvvet karsışında yelkenleri suya indirmek zorunda kalıyoruz. Günah işledikçe kaderle olan bağımız artıyor; sevap işledikçe Karun'a yanaşıyoruz. O da nimetleri kendinden biliyordu. Mağruriyetimizi kıran ve bize mes'uliyetimizi hatırlatan bir duygu bu. Eğer kader olmasaydı kalemin yazması gerektiğini nereden bilecektik? Kalb atışlarımızı ayarlayan biz miyiz yani? Kitaplarımıza yazdığımız onca formül nereden çıktı sanıyoruz. Buğday ektiğimizde arpanın çıkmayışı nedendir, hiç düşündük mü? Takvimleri kullanılabilir kılan bir hakikât. Hakiki bir illet, gerçek bir determinizm; "bedihî bir kader" bu. Şu kadar insan, en bariz, en nurlu bir meselede tufeyli kalabiliyor, şuursuz bir teslimiyetle yaşamayı tercih ediyorsa, orta yerde büyük bir cehalet furyası var demektir. Kader ise ilim nev'inden olduğundan, zan ile halledilemeyecek bir hakikâttır. Teklif, nazari olan şeyde bir imtihandır; bedihi olan işlerde sual yoktur. Eğer göklere lailahe illallah diye âşikârane yazılsaydı "iman et" denmesinin ne anlamı kalırdı

Sebepler dünyasının kuralları imanın dairesiyle karıştırıldığında ya tevekkül zannedilen bir betalet, bir boşvermişlik; ya da müraat-ı esbab (sebeplere başvurma) vehmedilen bir itizal ortaya çıkacaktır... Mutezile'nin insana yaratıcılık atfedişi yeni bir şey değil. "Vâcibü'l vücud'u mümkinâta kıyas etmek, kıyâs-ı maalfârıktır" diyor Nursî. Tabiâtperestler sebepleri tanrı addediyorlar. Mu'tezile insanları fiillerinin yaratıcısı ilan ediyor. Filozoflar "Allah küçük şeylerle uğraşmaz" diyerekten insanı, börtü böcek gibi küçük şeyleri sahipsizliğe hapsediyorlar. Zerrelere hendese atfeden ve iğnelere terzilik bahşeden bir dünyayada şuur, mazimize yetîmâne bir hüznü, istikbâlimize mercîsiz bir arzuhâller yığınını boca ediyor. Güneşin doğuşu ve batışına inanan aklımız, vücudumuzun da bir tülu' ve gurûbunun kader ile tertib edilişini anlamıyor. Yumurtanın piliç olmaya olan meyelânı, çekirdeğin sümbüllenme isteyişi, yani içlerinde bir sevk ve şevkin varoluşu, kaderin herşeyde bir pergel gibi çalıştığını ispat ediyor. İspatın nefsimizden başka heryerde makbûl bir metâ oluşu; nefsin kör bir nokta gibi hakikâtleri siyahlandırmasından. Nizam bir vuzûha; vûzuh bir anlama, anlam bir kaideye, kaide de bir külliyete dönüşerekten bizi kadere götüreceğinden; nefsimiz, her adımda bir çelme takıyor. Nizamı sebeplere, vuzuhu absürde (saçmalığa), anlamı -yani bir harf gibi başkasını anlatışımızı- alfabeye, kanun ve kaideyi mekanizme, külliyeti de tabiatperestliğe hamlediyor.

(1) Galât-ı meşhur: Meşhur, yaygın yanlış... Yanlış olduğu halde insanların çoğunluğu tarafından doğru olduğuna inanılan şey, kelime ve inanç.
(2) Cebriyye mezhebinin kader hakkındaki görüşü

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.