Kâbesiz aşk, aşksız Kâbe eksik...

Kâbesiz aşk, aşksız Kâbe eksik...

İtibar Dergisi son sayısında Yusuf Tosun ile son kitabı "Aşk Postası" üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

1. Bizde hac yolculuğu her zaman manevî ve içli duygularla, gözyaşlarıyla anlatılır. Siz de bir anlamda gözyaşlarınızı satırlara dökmüşsünüz. Bu duyguların içinizde saklı tutulmasına niçin razı olmadınız?

1–Öteden beri bende alışkanlık haline gelen -özellikle seyahatlerde- günlük tutma alışkanlığı bu kutlu seferde de peşimi bırakmadı. Hac boyunca kalemim de benimle birlikte sürekli mesai yaptı. Bir an olsun içinde takke, tespih ve seccadenin yanı sıra; kalem ve not defterimin de yer aldığı sırt çantamı yanımdan ayırmadım. Bütün içtenliğimle duygularımı, düşüncelerimi günlüğümle paylaştım. Doğrusu; bir bakıma kişiye özel olan bu notların yayınlanıp/yayınlanmama konusunda uzun bir tereddüt yaşadım. Ancak dostlarımla yaptığım istişareler sonucunda Hacda yaşadığım yoğun duygu ve düşüncelerin içimde saklı kalmasına, o ulvi tadın damağımla sınırlı tutulmasına gönlüm rıza göstermedi. Güzelliklerin paylaşılması gerekiyordu ve paylaşıldıkça çoğalacaktı. Daha sonra aşk ile günlüğümle paylaştığım Cidde, Mekke ve Medine hattı notlarımı okumalarla zenginleştirerek yaptığım bu istişareler neticesinde dostlarımla paylaşmaya karar verdim. Sevgili diyarından ilhamla yazılan bu mektuplar neticesinde ise; “Aşk Postası” adlı bir eser ortaya çıkmış oldu.
Malum; Hacca uğurlamada, hac vazifesini ifada ve hac dönüşünde en çok gözyaşı dolu sahnelere şahit oluruz. Şüphesiz ki bu gözyaşları; manevi değeri yüksek, kurtuluş ve sevinç gözyaşlarıdır. O’nun aşkıyla yüreklerden taşan bir bakıma pişmanlık şelaleleridir bu gözyaşları. Ya da sözün soluk aldığı korunaklı limanlar… Hal böyle olunca; bu içli sahneler satırlara da yansıyor ister istemez.

Aslında gözyaşlarınız; kendi günahlarınıza, pişmanlığınıza daha doğrusu bir ömür boyu geçen pervazsızlığınızadır. Heyecan, korku, özlem, hüzün ve pişmanlık dolu gözyaşlarıdır bu akıttıklarınız. Nedamet, tövbe ve dua ile akıttığınız gözyaşlarınızda eriyip gidersiniz.

Aynı şekilde karşınızdaki de kendi pişmanlık, günah ve avareliğine akıtır gözyaşlarını. Samimi itiraflarla aynı membada buluşur, aynı nehir yatağında akar gidersiniz nehirlere, denizlere, okyanuslara doğru.

Hac bir anlamda “yeniden diriliş” provası değil midir? Yani ölmeden önce ölme ve yeniden dirilme… O’na doğru hem ruhen, hem de bedenen yola koyulmak, O’na yakın durmak da denebilir. Bu kutlu yolculukta aynı zamanda geçmişinizle de yüzleşiyorsunuz. Yapmanız gerekirken yapmadıklarınız, günahlarınız, pişmanlıklarınız, dertleriniz… vs.  hepsi ama hepsi gözünüzde bir bir canlanır. Neredeyse son saat ve son nefes heyecanı yaşarsınız. Çünkü bu kutlu sefer boyunca yaptıklarınız ister istemez size içli ve gözyaşı dolu bir halet-i ruhiye yaşatır. Sevdikleriniz ve dostlarınızla bir bir vedalaşır, iki parçalı kefen olan ihrama girer, hayır dua ve gözyaşlarıyla uğurlanırsınız. Böyle bir durumda ister istemez duygusal bir atmosfer içinde bulursunuz kendinizi.

İşin doğrusu bende de benzer duygular hâsıl oldu.

Son gün ve son saat bilinciyle yola çıkınca insan, dünyadaki bütün tatlar bayağılaşıyor. Hiçbir şey keyif vermiyor her nedense. O ulvi lezzetlerin yanında dünyevi lezzetler ve gelecek, gerçek yüzüyle yüreğinizde bir güneş gibi doğuyor. O özlem ile gözleriniz daha parlak görünürken, ayaklarınız ona doğru koşar adım gidiyor. Tabi ki; bin bir pişmanlık ve mahcubiyetleri geride bırakarak.

Buralardan oralara, bu âlemden öte âleme sessiz sedasız gidişin provasında dahi inanılmaz duygu selleriyle boğuşuyor, unutulmaz hatıralar koyuyorsunuz azık torbanıza.

Ezcümle; yaratılan sayısınca yaratana varan yollar misali, her haccın da özel olduğuna tanık oldum bu kutlu seferde. Hac boyunca yapılan bütün ritüeller aynı olmakla birlikte; yaşanan duygular, yüklenen manalar, tutulan dilekler yaratılmışlar sayısı kadar sanki. Ben de hacda yaşadığım yoğun duyguları, düşüncelerimi kısacası hissettiklerimi dostlarımla paylaşmış oldum böylece.

2. Bu yolculuğun anlatımında samimi ve duru bir dil okur için her zaman yararlı olmuştur. Sizin anlatımınızda da bu husus dikkat çekiyor. Bu yoğun duyguları duru bir dile dökerken neler yaşıyorsunuz?

2-Bir bakıma her yazar farkında olmadan kendini yazar. Yazdıklarının kendinden ayrı bir parça olduğu düşünülemez. Ancak yazarın kendi iç dünyasını kâğıda aktarması bir hayli zor... “Yazmak” ve “Yaşamak” arasında bocalar durur. Ben de bu paradoksu Aşk Postası  kitabının ilk mektubunda dile getirdim: “Yazmak mı Yaşamak mı?” Bu konuda biraz William Faulkner, biraz da Rasim Özdenören zihnimi kurcaladı.  Ve netice olarak; “ ‘yazmak’ yaşamak, ‘yaşamak’ ise yazmak olmalı.” dedim ve işin doğrusu yazı izleğimi de bu şekilde belirlemiş oldum.

Çünkü; İnsanın yaşadıklarını yazıya aktarması o kadar kolay olmuyor. Yaşanan her olayın içinde, keşfedemediğimiz bir ruh vardır aslında. Meydana gelen o olayın ruhunu kavrayabilenler ancak o olayı hakkıyla anlatabilir veya yazabilirler. Yoksa yazılanların karanlık bir odada körün fil tarifinden pek bir farkı kalmaz. Farkında olmadan filin bacağını sütun olarak tarif edersin. Ya da Platon’un mağarasına yansıyan gölgelerle hayatı algılamaya başlarsın. İçine sevgini, nefretini, aşkını, hüznünü… katarak yazabildiğin ölçüde ancak eserlerin bir tadı olabilir. Yani yazdığın her kelimenin de aslında bir ruhu vardır. Ruhuyla birlikte yazıya aktardığında ancak, kelime anlam bulabilir. Zihninde bütün ruhuyla raksetmeyen kelime, cümlede yerini bulamaz. Hayatında yer almayan cümle de yazıya ruh olamaz. O halde yaşamla bütünleşmiş, yazıyla kalıcılaşmış kelime ve cümleler ancak bu kubbede hoş bir seda bırakabilirler.

İşin doğrusu bu kutlu sefer boyunca içimden taşan duygu ve düşünceleri günlüğümle paylaşırken olabildiğince özgür hissettim kendimi. Birilerinin okuma endişesi, edebi tür kaygısı, kim ne der korkusu… gibi bir dert edinmedim. Aslında samimi bir şekilde, belki de ilk kez kendi kendimle hesaplaşmış da oldum bu eserde. Bir hatırat, seyahat notları, özlemle beklenen mektup… her ne ise… ama sonuçta tarihin boşluğuna bırakılan bir vesika niteliğini taşıyor yazdıklarınız. Düşüncenin kırkambarı Cemil Meriç’in tabiriyle yazdıklarınız; “denize atılan bir şişe…” Oysa “içine gönlünü döktüğün şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.” Bizimki de öyle.

Tabii ki bu özel duyguları yaşayarak kelimelere aktarmaya çalışıyorsunuz. Kelimeleriniz bu yoğun duygularınızı ne kadar ifade edebiliyorsa ancak o kadar yazmaya çalışıyorsunuz. Ben bu içli duyguları kelimelerle yeterince aktarabildiğimi düşünmüyorum. Ancak yazdığım her sahnenin içimde büyük fırtınalar koparttığını söylemem abartı olmaz sanırım. Deyim yerindeyse; yazarken yaşadım ve yaşarken de yazmış oldum.

Yıllar önce ünlü bir roman yazarından; kendi romanlarındaki karakterlerle aynı duyguları yaşayarak ancak başarılı bir roman yazılabildiğini duyduğumda şaşırmıştım. Öyle ki roman kahramanı öldüğünde oturup hüngür hüngür ağladığını söylediğinde ise şaşkınlığım bir kat daha artmıştı.

Ben de “kalbi miraç” olarak kabul ettiğim bu hac günlüklerimi yeniden gözden geçirip zenginleştirmeye çalıştığımda yoğun hisler yaşadım ve halen her okuyuşumda bir yaranın tazelenmesi gibi aynı hisleri yaşıyorum.

3. Hac bizde, Ali Şeriati gibi önemli isimden yıllarca okundu, yaşandı. Bugün de, haccı gençleştirmek için nasıl bir dil, anlatım ortaya konulabilir?

3- Merhum Dr. Ali Şeriati’nin Hac kitabını ilk okuduğumda orta iki veya üçüncü sınıftaydım. O çocuk yaşta bile üzerimde müthiş bir etki bıraktığını hatırlıyorum. Özellikle de şeytan taşlama sahnesi… Allah rahmet etsin, bizim kuşağa emeği büyüktür. Tabii üstad Necip Fazıl Kısakürek’i de unutmamak gerekir. Necip Fazıl’ın “Hac’dan Çizgiler, Renkler ve Sesler” eserinin hac serüvenimizde önemli bir etkisi vardır.

Oysa yıllarca diğer ibadetlerde de olduğu gibi haccın da sadece fıkhi boyutuyla ilgilendik. Ve en önemlisi, haccın sadece yaşlılara mahsus bir ibadet olduğu beynimize adeta kazındı. Ta ki Ali Şeraiti ve benzeri aydınların haccın fıkhi boyutunun yanı sıra deyim yerindeyse haccın “felsefesini” anlatan kitapları da okuyana kadar. Bu durum diğer ibadetler için de geçerli. Özellikle bizim kuşakta dine bakış açısındaki temel espri bu detayda yatıyor. Yani ibadet şuuru/felsefesi ve bir müminin yaşamının baştan sona aynı zamanda ibadet olduğu bilinci. Hal böyle olunca yaşamın her anında kendinize çeki düzen veriyorsunuz. Ve böylece hayatı bir ibadet bilinciyle ikame etmeye çalışıyorsunuz.

Konumuz hac tabii…

Malum son yıllarda gelir düzeyinin de yükselmesiyle birlikte hacı aday profilinde az da olsa bir gençleşme başladı. Fakat henüz yeterli düzeyde gençlikte bu eğilimin olduğunu söylemek zor. O nedenle haccı gençleştirmenin en önemli adımının; haccın felsefesinin, manasının, bilincinin iyi bir şekilde ifade edilmesi olduğunu düşünüyorum. Bunu ifade ederken mümkün olduğunca yalın ve samimi bir üslubun kullanılması şarttır. İşin doğrusu bu kutlu sefer vesilesiyle epeyce hac ile ilgili kaynak taradım. Piyasada ne kadar hac üzerine yazılmış yazı/kitap varsa gözden geçirdim. İtiraf etmek gerekirse; büyük bir çoğunluğu haccın fıkhi boyutunu anlatmaktan öteye geçmiyor. Haccın ruhunu okuyucuda hissettiren çok az eser var.

Ve en önemlisi bize lisan-ı hal ile haccı anlatan/yaşatan eserlere ihtiyacımız var. Bu konuda da yeterli olmamakla birlikte umut vaat eden gelişmeler her şeye rağmen sevindirici. Tabii bu durum biraz da sosyal hayatımızın bütünü ile alakalı.

Bu hususta yapılması gereken; hem yazı ile hem de lisan ve görsel olarak haccın felsefesinin/ruhunun genç nesillere aşılanmasıdır. Yazı olarak farklı türler de kullanmak mümkün. Şu ana kadar yazılanlar hatırat, seyahat notları, deneme, günlük, makale, araştırma, akademik yazılar… şeklinde olmuştur. Oysa hikâye, roman tarzında ya da tiyatro türünde pek bir esere rastlamadım. Bir ilk olarak mektup tarzını denemeye çalıştım. Ne kadar başarılı oldum? Bilemiyorum.

Netice itibariyle haccı gençleştirmenin en önemli adımının konumuz bağlamında; sade ve samimi bir üslup ile yeni, özgün ve farklı türde eserler ortaya koymakla mümkün olabileceğini düşünüyorum.

4. Hac ve aşk, sizde merkezde yer alan kelimeler. Bu merkezi okurumuz için biraz daha açar mısınız? Hac ve aşk nasıl bir araya geliyor?

4- Bir bakıma tek kişilik bir tiyatro olan Hacca en çok yakışan kelime de aşktır kanımca…
Çünkü Kâbe; aşkın merkezidir. Yerle gök arasında yer alan bir eksen ki; ne taraftan gelirsen gel merkez noktası orası. Bütün doğruların tek bir noktada kesişmesi gibi, yerküre doğrularının da merkezidir Kâbe. Bütün yüzler ona dönük. Halka halka beyaz kelebekler ona doğru dizilmişler. O'na doğru yönelirken birbirinin sırtına bakan yüzler, ilk defa bu noktada birbirlerinin yüzüne dönüktürler.

Yine Kâbe; sadece şekilsel bir kübik yapı ile sınırlı olmayıp, nuru enine ve boyuna bütün evreni sarmış vaziyettedir. Kâbe; yeryüzünün merkezi, irtibat noktası ve giriş kapısıdır. Tarihte birçok defa yıkılıp yeniden yapılmış, birçok doğal afete maruz kalmış olmasına rağmen ihtişamından, feyzinden, bereketinden hiçbir şey kaybetmemiş; tam tersine gün geçtikçe ışığı bütün dünyaya dalga dalga yayılmış ve insanlar grup grup ona yönelmeye başlamışlardır.

Aşkın merkezidir burası. Bedenen veya ruhen uzak diyarlardan gelen her müminin kendini bulduğu, aslına rücu ettiği aşk bahçesidir burası. Bazen insanın kendisini bulması için uzaklara, çok uzaklara gitmesi gerekir ya. O'nunla baş başa… Aslında kendi ruhuyla iç içe. Derin bir tefekkür hali yani.

İşin doğrusu; yaratılan sayısınca yaratana varan yollar misali, her haccın da özel olduğuna tanık oldum bu kutlu seferde. Hac boyunca yapılan bütün ritüeller aynı olmakla birlikte; yaşanan duygular, yüklenen manalar, tutulan dilekler yaratılmışlar sayısı kadar sanki. Hz. İbrahim, Hz. Hacer, Hz. İsmail bu evrensel sahnede rol modelleri. Her hacı da bir oyuncu.

Tek kişilik tiyatroda bütün çaba mebrur (kabul olunmuş) bir hac için.

Ve en önemlisi; Hz. İbrahim rolünü oynamak için buralara geliyorsunuz.  Tek kişilik tiyatroda tek kostüm de iki parçalı beyaz örtü olan ihramınız. Oyunu baştan sona kendi eforunuzu ortaya koyarak oynayacaksınız ve o rolü iliklerinize işlercesine hissedeceksiniz. Çünkü kendinden bir parça ilave edemediğin oyun, seyredilmeye değer bulunmayacaktır bu perdede. Hz. Hacer, Hz. İsmail bu tek kişilik oyunda yardımcıların olacak. Tek rakibin ise Şeytan. Oyunu şaşırman, başarısız olman için şeytan sürekli senin sağından, solundan, arka ve önünden yanaşarak yanıltmaya çalışacaktır. Dosdoğru yolun üzerinde oturacak ve ayağını kaydırmaya çalışacaktır. Bu oyunu içinden gelerek aşk ile oynaman lazım!

Hal böyle olunca ben de haccı, aşk ile ifade etmeye çalıştım. Postaya bir aşk mektubu bırakmayı denedim.  Aşkı ilmek ilmek dokumaya, satırlara nakşetmeye gayret ettim. Hac ve aşkı aynı potada birleştirip tiyatroyu yaşamaya çalıştım.

Sonunda anladım ki; aşk içimizde, Kâbe içimizde… Yüreğim Kâbe’mmiş benim. Tıpkı Feridüdin Attar gibi Kaf dağının ardındaki Simurg’a varmak için yedi vadiyi aşmak gerekiyor. Yedi vadiyi geçtikten sonra ancak Simurg’un kendiniz olduğunuzun farkına varacaksınız. 
Öyle diyor Mevlana: "Mekke'deki Kâbe, Azer oğlu Halid'in yaptığı binadır. Hakiki Kâbe olan insan kalbi ise; Allah'ın binası ve namazgâhıdır."

Evet, unutmamalı ki yüreğimiz Allahın binası Kâbe'mizdir. Çünkü hepimiz birer yolcuyuz bu fani âlemde. Sürekli Kâbe'yi içimizde taşımalıyız. Her uğradığımız beldede, her nefes aldığımız durakta, her konakladığımız handa, evde, işte, okulda, çarşıda, pazarda velhasıl her daim ve her yerde Kâbe içimizde olmalı. Biz  O'nsuz, O da bizsiz olmamalı. Yine  unutmamalı ki; biz Kâbe'yi içimizde taşıyarak her daim; "ayakta durmayı, kıyamı, direnişi, aşkı, teslimiyeti" yaşıyoruz. İçimizdeki nurla, hayatta emin adımlarla yol alıyoruz. Nurumuzu kaybettiğimiz an "nar" saracaktır her tarafımızı. O nedenledir ki; içimizdeki nura özenle sahip çıkmalıyız.

Evet; Kabe ve aşk… Netice olarak; Kâbesiz aşk, aşksız Kâbe eksik bir anlatım olurdu kanımca…