İyi ki varsın, Sen Olmasaydın, Sen Olmasaydın…

Ehl-i ilmin hadis usulü üzerinden muhatap olarak müzakere ettiği bir hadis’e, avamî bir dille yaklaşmak ve o suretle sohbete iştirak etmenin işin ehlince çokta nazar-ı itibara alınmayacağının farkındayım. Lakin dikkat çekilmediğini düşündüğüm bir iki noktanın da atlanmaması adına bu meseleye dair birkaç şey yazabilmeyi umuyorum.  Üzerinde tartışılan hadis’in(söz) metni şu: “Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım.” Bu ifadenin etrafında şekillenen iki telakki ise şöyle:

a.Bu metin hadis kriterleri açısından Hz Peygambere isnat edilemez. . Onun için nazar-ı itibara almaya gerek yoktur.
b.Bu ifadenin senet itibariyle Hz peygambere dayandığına dair bir bilgi yoksa da mana itibariyle doğrudur.

Birinci şık hadis disiplini açısından hiçbir itiraza mahal bırakmayacak netliktedir ve muhaddisler tarafından bunun böyle olduğu net olarak ortaya konmuştur. İsmail Acluni, Keşfü'l-Hafa'sında 2123. sırada naklettiği bu sözün altına [Muhaddis ve Fakih] Es-Saganî'nin bu hadise mevzu dediğini, kendisinin de bu sözün hadis olmadığını kabul etmekle beraber mana itibariyle doğru olduğu notunu düşmüştür.

İkinci şıkka gelince, daha çok tasavvuf metinlerinde kullanılan ve tabir yerindeyse o ilmin alem ve insanı algılama biçimi üzerinden yaklaşılması gereken bu sözün, o dünya için(tasavvuf) anlamı büyüktür. Çünkü İnsanı zübde-i alem olarak varlığın tam merkezine yerleştiren bir bakışın, yaratılmışların Allah katındaki en kıymetlisine (hz Peygamber) böyle bir paye biçmesi yadırganmamalıdır.  Bir kere Sonsuz’un yanında hiçbir sayı ve sınırın büyük ve küçüklüğünden bahsedilmezken, Ezel ve ebed olan Allahın sevdiği biri için bir kâinat yaratmış olması akıldan nasıl uzak görülebilir? İfadem haddini  aşmış görülebilir ama eğer aynı kudret sizde de olsaydı en sevdiğinize bir kâinat hediye etmez miydiniz?

Bediüzzaman Said Nursi’nin Hadis ilmi konusundaki  derinliği işin ehlince malum. Levlake hadisini, bütün bir ilm-i hadisi görmezden gelerek ‘mesail-i imaniye’ şeklinde nazara vermediği ise aşikâr. Risale metinlerinde bu konuyla alakalı kısımlarda bu konuya hangi mesele üzerinden ve ne için yaklaşıldığını görmek için bizzat eserlerin kendisine müracaat kâfi.  Aşağıdaki ifadeler mana olarak bu söze nasıl sahip çıkıldığına dair bir fikir verbilir:

“Hem mesela لَوْلَاـكَـ لَوْلَاـكَـ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاـكَ beyanında “Bu hitap zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma müteveccih ise de, zımnen haya¬ta ve zevilhayata râcidir” fıkrası, tâdile muhtaçtır. Çünkü, küllî hakikat-ı Mu¬ham¬mediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i Âza¬mın te¬cellî-i âzamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğ¬ru¬ya ona ba¬kar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.”(1)

Yine Bediüzzaman’ın hayatta olan talebelerinden Mehmet Fırıncı’nın bu söz’le alakalı olarak bizzat Üstad Nursi’den aktardığı bir hatıradaki şu söz bunu teyid eder niteliktedir:
 
“Ben bu sözü [ sen olmasaydın…] şahsiyet-i maneviye-yi Muhammediye (a.s.m.) hesabına kabul ediyorum.”

Hulasa, kâinatın  ‘alemlere rahmet olarak gönderilen zatın’ (2) hürmetine yaratıldığı şeklindeki rivayetin, Bediüzzaman açısından ‘hadis mi değil mi?’ üzerine şekillenmediği ortadadır. Mesele, Hz Peygamberin üzerine yüklenen vazife başta olmak üzere, yaşadığı hayat, kulluğu , Rabbiyle olan ilişkisi, esmasına mazhariyeti, varlığa getirdiği anlam vs gibi birçok  ve yalnızca onda bulunan hasletlerle, topyekün bir kâinatı anlamlandıracak ve ona  kıymet kazandıracak manevi şahsiyetiyle böyle bir söze layık mıdır, değil midir üzerine temerküz etmektedir. Ve Üstad Bediüzzaman Kendi tefekkür sistemi içerisinde Kur’ân ve sünnetin hiçbir hakikatini incitmeden buna “ evet” şeklinde cevap vermiştir.  Onun için ne doğrudan hadis ilmindeki yeri açısından bu ifadeye nazar edip, “üstad böyle bir hadisi kullanmaz” demek doğrudur, ne de üstad kullandı diye “bu hadistir” deyip kestirip atmak.

İlgili hadisin sufi literatüründe çok ilgiyle karşılandığını ifade etmiştik.  Sufizmin ise kendi disiplini açısından bakıldığında makul, lakin İslamın en azından zahiri düsturları açısından hiçte telif edilemeyecek bazı tefekkür ve beyanlarının olduğu bilinen bir gerçektir. Muhyiddin-i Arabî’nin Kur’ân’daki bir kısım meselelere yaklaşım biçimi öylesine tehlikelidir ki onun makamından ve söyleme kastı nazara alınmadan dinlendiğinde, bir kısım ulemanın ona küfür isnat etmesini anlayışla karşılarsınız. Bununla alakalı bir olayı da nakletmek yerindedir:

Meşhur Şafii Hukukçularından İzz b. Abdüsselam talebelerine fıkıh okuturken, ‘veli’ kavramına geldiklerinde “örn, Muhyiddin-i Arabi gibi” der. Daha sonra “zındık” kavramına gelinir; “muhyiddini Arabi gibi” deyince talebeler şaşırır. Bunun  üzerine İzz Bin Abdüsselam şu cevabı verir:

“Eğer ben onun kitaplarını okursam anlarım ve onun Allah dostu olduğunu bilirim. Lakin bilmeyen biri okuduğunda onun ifadelerine bakarak ona diğer yakıştırmayı yapar!” 

Dolayısıyla tasavvufun kendi sınırları dahilinde açıklanabilir ve bir karşılığı olan bir sözün bizim bulunduğumuz yerde bir karşılığı yoksa bunu inkar etmeden önce bu noktayı da gözönünde bulundurmak zorundayız.

Aynen bunun gibi özellikle tasavvuf erbabının kabul ettiği “kainatın hz peygamber hürmetine yaratılmış” olduğu sözünü reddetmeden önce başka bir vecheden bakılabileceği ihtimalini de düşünüp en azından daha sakin yaklaşmakta yarar var.  Çünkü bazen Asaf Halet Çelebi’nin İbrahim şiirinde dediği gibi sormadan edemiyor insan:

“İbrahim
Gönlümü put sanıpta kıran kim?”

DİPNOTLAR:
1-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Söz Basım Yayın,  sf. 230.
2-Enbiya suresi, 107. ayet. (Osman)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum