Ümit ŞİMŞEK

Ümit ŞİMŞEK

İtperestliğin kısa tarihi

Bediüzzaman, işgal altındaki İstanbul’da İngilizlere “Ey ekpekü’l-küpekâdan tekepküp etmiş köpek!” şeklinde hitap ederken, akla gelebilecek en ağır hakareti onlara yönelttiğini düşünüyordu. Hiç şüphesiz, o gün için geçerli bir düşünce; fakat aynı sözler bugün tekrarlanacak olsa, acaba, hakaretten ziyade, iltifatı bu sözde zahir olmaz mıydı?

Zaman değiştikçe insan topluluklarının değerleri köklü bir şekilde değişebiliyor. Gerçi köpek muhabbeti, tarihin en eski aşklarından biri olarak, her zaman çeşitli toplumlarda çeşitli seviyelerde görülegelmiştir. Fakat köpek neslinin bugün insan neslinden gördüğü sevgi, saygı, korunma ve tapınmayı, bu kadar yaygın bir ölçekte ve bu kadar tavizsiz bir şekilde gördüğü başka bir devirden söz etmek herhalde kolay değildir.
 
Bizim toplumumuz bu konuda Batıyı böylesine geniş bir ölçekte yakalayabilmiş olmasa da, en azından bir kısım sosyete mütekellibesinin aradaki mesafeyi kapatma azmini gözden uzak tutmamalıyız. Hayvan aşkıyla insanlara saldıran panterlerimiz bile varken, Batıdan neyimiz eksik diye sorabilirsiniz. Meselâ, Steve Burgess’in Kanada’da yaptığı bir deneyi Ankara veya İstanbul’un “çağdaş” semtlerinden birinde tekrarlayacak olsak, acaba aşağıdakinden çok farklı bir sonuç ortaya çıkar mı dersiniz?

Burgess, köpek muhabbetiyle ilgili duygularını açığa vurma cesaretini gösterebilen bir Batılı olarak, Vancouver dergisi için yaptığı bir araştırmada, bir dükkânın önüne bir tezgâh kurar ve Asyalı mülteciler için imza toplamaya başlar. Dükkâna girip çıkan müşterilerden aldığı cevap ise, destekten ziyade diş gıcırdatma, homurdanma, söylenme, hattâ hakaretler ve muhtelif el ve kol hareketlerinden ibarettir. Bir süre sonra, Burgess afişi indirir ve yerine yenisini asar. Bu defa afişte, “Çin köpekleri için imza seferberliği” ilânı vardır. Burgess Çin köpeklerinin başına neyin geldiği ve niçin kendileri hakkında destek istendiği konusunda bir açıklama yapmamış, bunu muhataplarının hayalgücüne havale etmiş ve haklı da çıkmıştır. Aynı süre içinde Çin köpekleri, Çin insanlarına oranla 8 (yazıyla sekiz) kat daha fazla destek toplamış, üstelik kampanya sahibi hiçbir olumsuz hareketle de karşılaşmamıştır.

Çağdaş insanın mukaddes değerleri arasında köpeğin rakipsiz bir yere sahip olduğuna dair, bunun gibi pek çok vak’ayı hemen herkes sıralayabilir. Bu vakıanın bir yönü köpeğin karşı konamaz yükselişi ise, diğer yönü de insanın önlenemeyen düşüşüdür. Ve bu yükseliş ve düşüş, yaklaşık bir asırdan beri istikrarlı bir biçimde sürmektedir. Avrupa yirminci yüzyıla girerken, aile mezarlığına köpeğini gömmek istediği için mahkemelik olan bir Fransız iş adamının dâvâsıyla uğraşıyordu. Uzun süre kamuoyunu meşgul eden dâvâ, on üçüncü asırdan kalma bir kanundaki boşluk sayesinde halledildi ve sonunda, köpek ölüsüne insan mezarlığının kapıları açıldı.

Aynı yüzyılın sonunda ise, ölümü de, cenaze töreni de günlerce dünyayı meşgul eden meşhur Prenses Diana’nın bir köpek mezarlığına gömüldüğü iddiası, kimsede bir tepki uyandırmadı. Diana’nın gömüldüğü adanın ismi zaten “Köpek Adası” idi. Prenses buraya defnedilirken, yanında yatan köpeklerin mezar taşlarından bazıları ona yer açmak için kaldırılmıştı. Fakat Reuters’in konuyla ilgili 6 Temmuz 1998 tarihli haberi, sessiz sadasız geçiştirildi. Bir prensesin köpek mezarlığına gömülmesi, köpeğin insan mezarlığına gömülmesi kadar ilgi uyandırmadı Batı dünyasında!

Pek muhtemeldir ki, değerlerin bu derece alt üst olması, pek çok kimse tarafından garipsenmeyecektir. Fakat hadiseyi sadece bir yönüyle değil, yükselen ve alçalan değerlerin her ikisini birden dikkate almak suretiyle değerlendirecek olursak, işin temelinde yanlış birşeylerin yattığını görmemiz herhalde zor olmaz.
Yanlış, ap açık bir şekilde, sevgi etrafında düğümleniyor. Çünkü birinin haddinden fazla sevildiğini, diğerinin ise yeteri kadar sevilmediğini görüyoruz. Yahut, daha da kötüsü, göremiyoruz.  Aşkın gözü kör, ne de olsa!

Aslında sevginin, aşkın, muhabbetin kendisinde hiçbir yanlış yok; olması da imkânsız. Çünkü bunlar, zaten varlığın ve hayatımızın mayasında mevcut olan şeyler. Hayat deyince, hayatınızdan söz edilince aklınıza gelen ne varsa bir liste halinde sıralayın; sonra bu listedeki bütün maddelerden teker teker sevgiyi çekip çıkarın, çıkarabilirseniz. Sonra da bakın, hayattan geriye eser kalacak mı?
Peki, nasıl oluyor da aynı sevgi, en azından herbirimiz kadar bu duyguya lâyık olduğunda şüphe olmayan bir insanı nefret listesine atacak, en azından onu bir hayvanın sekizde birine indirecek kadar köpeğe münhasır hale gelebiliyor?

Veya şöyle soralım: İnsaniyet muhabbetiyle hareket edenler arasında köpek düşmanlığı görülmezken, köpek muhabbetinden yola çıkanlar arasında insan düşmanlığı nasıl bu kadar yaygınlaşabiliyor?
Sualin kendisi, yanlışın sevgide olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Eğer köpek muhabbetinin asıl saiki sevgi olsaydı, aşk olsaydı, muhabbet olsaydı, bundan hiçbir surette bir kin, nefret, düşmanlık kokusu gelmeyecekti. Ünlü yazar James Thurber, “Eğer âhiret diye birşey varsa, tanıdığım köpeklerin çoğu, insanların ise pek azı Cennete gidecek” diyor. Allah’ın Cennetini köpeklere, insanların çoğunu ise ateşe lâyık gören bir kalbe bu sözleri söyleten, muhabbet olabilir mi?

Hayır, köpekperestler aslında köpek sevmiyor. Onlar zaten sevgiyi çoktan unuttular. Sevgi, aşk, muhabbet, gönül, kalb—bunlar ve daha nice kelimelerin çoğu sözlüklerde kaldı. Halen dilimizde kullanılmakta olanların ise hemen yanı başında kullanılan diğer kelimelere bir bakacak olursanız, kimin hangi kavramdan neyi anladığını veya neyi anlayamadığını kolayca anlayabilirsiniz.

Eskiler, sevgiliye hitap ederken,

Zülf-i şebbûy-i hüseynî ey sabâ incitme kim,
Nergis-i şehlâ-yı çeşmi şebnem-âlûd olmasın

diyerek, bedenin duygudan en uzak kısmı olan saçı, rüzgârın en lâtifinden sakınan bir incelik, bir güzellik, bir zarafet sergilerlerdi. Hattâ, bir vefasızlık ithamı yöneltecekleri zaman bile, bunu,

Hiç bû-yi vefâ görmedim ol verd-i terimden

şeklinde, bir gül goncası gibi iltifatlar içine sararak sunarlardı.

Şimdi ise, bunlar ve benzeri ifadeler, çağdaş insanımızda alaycı bir tebessümden başka tepki vermez oldu. Bunun yerine, sevdiklerine “Yakalarsam” gibi, “Hepsi senin mi?” gibi hayvanlık kokan hitapları lâyık görüyor çağdaşlarımız—yahut, Haşim’in deyimiyle, “bu sefil iştiha, bu kirli nazar”!

Lâkin kâinat boşluk kaldırmıyor. Muhabbetten hâlî kalan kalbler de öylece durmuyor ve bir telâfi mekanizması hemen devreye girerek, onu başka şeylerle dolduruyor. Nasıl açlıktan ölme sınırına yaklaşmış bir kimseye en tiksindirici şeyler bile iştah açıcı bir biçimde görünürse, muhabbet yokluğundan ölüm sınırına gelip dayanmış bir kalb de önüne ne çıkarsa onu kucaklar. Zaten nefis pusudadır; kendi tanrılığını ilân etmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Aradığı şey, kendisine tapacak birilerinden ibarettir. Firavunlar, Nemrudlar, gelmiş ve gelecek diktatörler gibi, şöhretle ve alkışla nefes alıp veren starların herbiri birer muhabbet yoksunu tanrı taslağıdır ki, kendi hemcinsleri arasından ya gönüllü olarak veya zorbalıkla kendilerine kullar edinmişlerdir. Onların yanında, sıra sıra diğer putlar boy atar. Onlardan herbiri, kendi gücüne göre, kendi çapına uygun kullar bulur. Çoğunluğun ise o kadar fazla şansı yoktur. Fakat onlar da bir yandan putlara taparken, diğer yandan kendilerine tapacak kullar aramaktan geri durmaz, duramaz.  İşte burası, köpeğin imdada yetiştiği noktadır. Köpek muhabbetinin kısa tarihi de işte burada yatar. Özetle:

Önce sevgiden korktu insan.
Sevilmesi gerekeni sevmekten kaçtı.
Çünkü önünde eğilmek istemedi.
Oysa başı her zaman dik olacaktı Onun önünde eğilseydi.

Bu defa başka ilâhlar çıktı karşısına. Bulamadığı yerde de kendisi icad etti ilâhlarını. Sonra karşısına geçip onlara taptı.

Bir yandan da, sayısız ilâhlar karşısında ezilen gururu, kendisine kul arıyordu. Sürekli olarak kendisine yaltaklanacak, karşısında kuyruk sallayacak, verdiği her emri tereddütsüz yerine getirecek, hiçbir hareketini sorgulamayacak, önünde yerlere yatacak, uğrunda canını verecek, kendisine kayıtsız şartsız itaat edecek bir kul lâzımdı insana.

Böylece insanoğlu köpeği keşfetti.
Fakat hikâye burada bitmedi.
“Kendime kul buldum” dediği an, iflâh olmaz bir köleliğin zincirini kendi boynuna geçirdi insan.

Gerçi köpek onu sevdi, o da köpeği sevdi. Fakat insanı olgunlaştıran bir sevgi değildi bu. Tam tersine, bu sevgiye paralel olarak kin, nefret, husumet gibi duyguların da kuvvet kazandığı görüldü. Sevdikçe hırçınlaştı insan, sevdikçe huysuzlaştı. Köpeğine olan sevgisini anlatırken, insanların kötülüklerini sıralıyordu. İnsandan nefret, köpeğe muhabbetin bir ölçeği olup çıktı. Köpeğine toz kondurmaz oldu. En küçük bir hakareti veya bir yan bakışı savaş ilânı saydı. Neredeyse bütün noksan sıfatlar insanlara, bütün iyilikler de köpeğe aitti.

Bir kutsal varlık oldu köpek. Çağdaş insanın mukaddesat listesine, değiştirilemeyen ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen bir değer olarak yerleşti.
Bu suretle insanlığının sonunu hazırladı çağdaş insan.
Ve, uygarlığının sembolü haline gelmiş şehirlerinde, gırtlağına kadar pisliğin içine battı.

Amsterdam, Budapeşte, Paris, New York—bunlar ve daha nice Batı kentleri, şimdi çağdaş Batı uygarlığının alâmet-i farikası haline gelmiş köpek pisliği içinde yüzüyor.

Sadece Paris şehrinde, hergün köpekler caddelere 16 ton pislik bırakıyor. Parislilere yılda 10 milyon dolara mal olan bir sistemle, hergün motorsikletli özel ekipler bu pislikleri temizlemeye çalışıyor, fakat ancak 12 tonuyla baş edebiliyor. Köpek idrarından başka hergün en az 4 ton katı pislik, yağmurlarla beraber cıvıklaşıp ortalığa yayılmak üzere Paris sokaklarında kalıyor.

Bu pislik, Parislilerin sadece burun direklerini kırmakla da kalmıyor. Senede ortalama 650 kişi, Paris sokaklarındaki köpek pisliği yüzünden kayarak sakatlanıp hastahaneye kaldırılıyor. Artık Parisli anne ve babalar çocuklarına karşıdan karşıya geçmeyi öğretirken, sağa ve sola baktıkları gibi, önlerine de bakmayı sıkı sıkıya tenbihliyorlar. Paris’i ziyaret edecek turistler de aynı şekildeki ikazlarla karşılaşıyorlar.
Kısacası, artık Paris’in Eyfel Kulesi gibi bir alâmet-i farikası daha var. Ve bu alâmet-i farika, literatüre çoktan girmiş durumda.

“Fransızların burunları niye havada?” şeklindeki bilmeceler, “Paris’in özel kokusu” ile cevaplanıyor. (1)
Paris’ten ayrılan şair ise, sevgilisine şu mısralarla veda ediyor:

Paris’in duvar resimleri ile köpek b..larından çok yukarılarda,
Uçarken seni düşünüyorum, Monet.

Uygarlığın gelip dayandığı şu hali gördükçe, Mevlânâ’nın şu hikâyesini hatırlamadan geçemiyor insan:
Anne köpek, yavrularıyla beraber yol kenarında otururken, büyük bir zat oradan geçiyormuş.
“Bakın, yavrularım,” demiş anne köpek. “Bu geçen, büyük bir zattır. Sakın ona hürmette kusur etmeyin.”
Öylece saygıyla büyük zatın gelip geçişini seyretmişler.
Fakat uzaklaşır uzaklaşmaz, anne köpek peşinden koşmuş, o zâtın paçasını ısırmış.
Dönünce, yavruları hayret içinde sormuşlar:
“Anne, az önce sen değil miydin bu pek büyük bir zat diye?”
“Evet,” demiş anne. “Bu doğru. Fakat doğru olan birşey daha var evlâtlarım. O da bizim köpek olduğumuzdur. Bunu da hiçbir zaman unutmamalı ve gereğini yapmalıyız.”

Maalesef insan, nesline sadakatte anne köpek kadar basiretli davranamadı ve insanlığını unuttu.
Çünkü sevmeyi unuttu önce. Sonra da muhabbetten boşalan yeri kazurat doldurdu.
Ve insanoğlu, kendisine kul niyetine ilâh edindiği hizmetkârının pisliğine gömüldü.
Köpekler ise, kendilerinden bekleneni hiç unutmaksızın, hergün Paris sokaklarını sıvamaya devam ediyorlar.

Dipnot:
1-)Köpek pisliği için “Ne kokar, ne bulaşır” diyenlerin, herhalde yolu Paris’e hiç düşmemiş olmalı. Özellikle sabah saatlerinde sokaklar yıkanırken etrafa katı ve sıvı köpek artıklarından yayılan keskin kokuyu, Paris’i ziyaret eden turistler anlatmakla bitiremiyorlar!

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum