İslam bizim Türk olarak kalışımızın en büyük teminatıdır

İslam bizim Türk olarak kalışımızın en büyük teminatıdır

Selçuk Küpçük son kitabı hakkında Star gazetesine konuştu.

Selçuk Küpçük ile Granada Yayınları’ndan yeni çıkan kitabı YÜZLEŞMENİN KİŞİSEL TARİHİ üzerine konuştuk. Türkiye’nin 1970’lerden bugüne ulaşan yakın dönem tarihini ülkücü hareket merkezinde çözümlemeye çalışan kitap yer yer karşılaştırmalı bir politik okuma ile Türk Solu’na da sıkı eleştiriler getiriyor.


“İslam bizim Türk olarak kalışımızın en büyük teminatıdır”

Sizi daha çok edebi çalışmalarınızla biliyorken, çok farklı bir kitapla çıktınız karşımıza. Kitap kısaca bir ülkücülük eleştirisi, bir yakın dönem hesaplaşması..

Evet, yazma meselesi bende edebi metinler ve edebiyat dergileri üzerinden gelişti. Bu damar hiç kurumadı bende, hala o dergilerde yazmaya devam. Ama Türkiye önemli bir kırılma noktası yaşıyor son yıllarda. Özellikle maruz kaldığımız darbeler ve yakamızı bir türlü bırakmak istemeyen hakim güç karşısında “millet” yeni bir pozisyon aldı. Bizlerin, yani bu toprakların çocuklarının belki hayal edip gerçekleşeceğine inanamadığı olaylara tanık olduk hep beraber. Ve bu halk, bu bilge toplum bütün bu yaşananları toplum mühendislerinden, Batı işbirlikçisi aydınlardan, statükodan beslenenlerden daha sağlıklı değerlendiriyor. Türkiye’de toplum ortak bir akıl üretme hususunda rahmetli Menderes’ten itibaren çok önemli mesafeler aldı ve bu mesafenin yeni duraklarını şimdi yaşıyoruz. 6-7 Eylül Olayları’ndan 70’lerdeki katliamlara, 90’lardaki faili meçhullerden, 2000’lerde maruz kaldığımız darbe girişimlerine kadar milletin yakasından düşmeyen, hepimizin kanını emip, bir gece eğlencesine bizi Batı’ya satan adamlardan kurtulmadıkça bir senaryo taslağının sürekli önümüze konulduğunu anladık artık. Ben aynı soylu topraklara bastığım bu halka karşı borcumu ödemek ve ülkenin demokratikleşmesine katkı sunmak için yazdım YÜZLEŞMENİN KİŞİSEL TARİHİ’ni..

Çocukluğunuz ve gençliğiniz ülkücü bir çevrede geçmiş. Biraz bunu açar mısınız?

Babam 80 öncesi, bulunduğumuz şehirde Ülkücü Öğretmenler Birliğinin Başkanı idi. Dolayısı ile geniş bir ülkücü çevrenin içinde şekillendi çocukluğum. Dayılarım da aynı şekilde İstanbul’da etkin isimlerdi. Gerisini tahmin etmek zor değil zaten. Dolayısı ile üniversiteye geldiğim zaman kurulu bir ilişki ağının içinde idim. Tabi Gazi Eğitim’de okudum ve Gazi’de ülkücülük olağan bir kimlikti. 

Sonra nasıl sorgulama sürecine girdiniz?

Ben üniversitede psikolojik danışma eğitimi aldım. Danışma tekniklerinin bazılarında çok kritik soru sorma mantıkları işler. Sanırım bu soru sorma becerisi ile beraber gelişen yoğun okuma sürecim etkili oldu. Mevcut ülkücü metinler sorduğum hiçbir soruya cevap veremiyordu.  Müthiş bir yenilgi yaşadım kendi içimde. Ve geri çekildim. Elime ne geçerse okumaya başladım. Cemil Meriç’ten Seyyid Hüseyin Nasr’a, Bediüzzaman’dan Baudrillard’a kadar aklınıza kim gelirse sabahlara kadar okudum. Abimle bir bekar evinde kalıyordum ve o yalnızlık beni hızla metinlere çekiyordu. Bitirdiğim her kitaptan sonra sokağa yenilenerek çıkıyordum adeta.

Ancak kitaptan, yine de o yıllarda bütünüyle bir kopuş olmadığını anlıyoruz.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun varlığı beni bir süre kadar belli aralıkta tutmuştur. Kitapta da anlattığım gibi 70’lerin ikinci yarısından itibaren rahmetli Yazıcıoğlu’nun şekil vermeye çalıştığı ve Anadolu mayasına yaslanan bir kimlik inşası söz konusu. O yıllarda Ankara’da ülkücü gençlerin yayınladığı Nizam-ı Alem, Hasret, Genç Arkadaş gibi dergilerde giderek yoğunlaşan İslami bir söylem vardır. Hatta 1977’de Ankara Konak Sineması’nda Yazıcıoğlu ve arkadaşları teşkilatlarda kullanılması için bazı sloganlar belirler. “Müslümanlar Küfre Karşı Tek Yumruk”, “İnananlar Kol Kola, Yürüyelim Hak Yola”, “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın” sloganları içerisinde Mümtaz’er hoca, Naci Bostancı ve Burhan Kavuncu’nun olduğu bir heyet tarafından belirlenir. Burada şunu görürüz : Çeşitli yazarların, tarihsel köklerini 1944 yılındaki Türkçülere yönelik Tek Parti saldırısına kadar götürdüğü izlek, 1977’deki bu toplantıda müthiş bir kırılma yaşamıştır. Bu aslında Anadolu çocuklarının kendi kimliklerini fark etmeye başladıkları bir sürecin kapısını açmıştır aynı zamanda. Açılan bu kapı BBP’nin kopmasına kadar götürülebilir. Ancak yine de tekamül etmeyen bir zihinsel yapı mevcut. Toplum ciddi şekilde 2000’lerde dünyadaki dönüşümü doğru algılamış ama ülkücü kurumlar ne yazık ki bu sosyolojik okumayı yapamamıştır. Şimdi demin söylediğim bu sloganları belirleyen isimlerin hiçbirisinin orada kalmadığını, o yıllarda başlayan zihni gelişimlerini devam ettirdikleri görülür. Oysa ana yapı, yani benim “ortodoks ülkücülük” dediğim omurga ne toplumu ne de kendisini anlayamamıştır.

Kitapta 7 madde üzerinden yoğunlaşarak bir eleştiri getiriyorsunuz. Bu maddeleri nasıl belirlediniz?

Sol yayınların ülkücülük üzerine yaptığı hemen bütün çalışmaları okudum. Kendilerini haklı çıkartıp, bütün kusuru ülkücülere yaslamaya çalışan arızalı bir algıdan besleniyor bu kitaplar. Oysa Ergenekon davası sürecinde ortaya saçılan ve geri doğru yapılan politik okumalarda görüldü ki, 60 darbesinden itibaren Türk Solu cuntacı bir geleneği yürütür ve şiddet ile silah üzerinden gelişen bir ilişkisi var. Şimdi bunu görmezden gelip, 70’lerin bütün kabusunu ülkücülere yüklemek ahlaklı değil. Kitaptaki 7 madde ülkücülüğü anlamak bakımından bence çok işlevsel. Sırasıyla ülkücülüğü taşıyan mito-politik unsunlar olarak Ergenekon Efsanesi, Bozkurt ve Kürşat üzerine eleştiriler ile başlıyor. Ardından Bursa Cezaevindeki ülkücülerin çıkardığı Bizim Dergâh dergisini inceledim. Çünkü içe dönük eleştirilerin başladığı önemli bir yayındır bu dergi. Sonra zaten dergi teşkilatlarda yasaklandı, Ankara’da ofisi basıldı. 12 Eylül darbesinin ülkücü hareket üzerindeki algısı, işkenceler ve idamlar karşısında yapının taşıdığı paradoksal tutumu, 80’den sonra unutulmaya çalışılan “Esir Türk İlleri” söylemini, Muhsin Yazıcıoğlu’nun devlet ile hesaplaşmaya çalışan duruşunu ve en son da sanatçı Hasan Sağındık üzerinden ülkücü müziğin niçin kentlileşemediğini sorguluyorum. 

Esir Türk İlleri maddesinde günümüzü ilgilendiren bir çizgisellik kuruyorsunuz.

Evet, 70’lerin en önemli ülkücü iddiası “Esir Türk İlleri Kurtulacak” söylemidir. Ancak 80 sonrası ve hatta Sovyet Rusya yıkıldıktan sonra göreceli olarak bağımsızlaşan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilgili olarak ülkücü hareketin koca bir boşluk taşıdığı ortaya çıktı. O topraklara yönelik kültürel, ekonomik, politik hiçbir hazırlığının, projesinin olmadığını gördük hep beraber. Bağımsızlık sürecinde bu ülkelerden Türkiye’ye binlerce öğrenci geldi okumak için. Onlar için bile ülkücüler ciddi bir tek proje sunamadı. Oysa bir çekyat ve ucuz halıdan müteşekkil bir ev cemaati Gürcistan’dan Azerbaycan’a geçerek ve yokluklar içerisinde ilk okullarını kurarak, hepimizin ağzını açık bırakan bir pratik ortaya koydular. Gerisi malum zaten. Ülkücüler bu süreçlerini hiç sorgulamadı mesela. Neden o topraklara yönelik bir şey yapamadıkları ile yüzleşmek bir kenara, içlerinden bazıları bu topraklara yönelen cemaat ve İslami sivil toplum örgütlerine karşı gerilimli bir politika takip etti. Bugün Doğu Türkistan’a gidin IHH’nın genç İslamcı çocuklarından başka kimseyi bulamazsınız oralarda yardım dağıtan. Türkiye’de en küçük cemaatin bile küresel tecrübeye sahip yardım kuruluş varken artık, ülkücülerin -küresel olmayı bir kenara bırakın- Türk Dünyasına yönelik bir tek yardım kuruluşu yok.

Zaman zaman kendi tanıklıklarınıza da yer veriyorsunuz kitapta.

Aslında tanıklıklarımın çok azını kullandım. Daha çok kuramsal bir zemin üzerinde yürümeye çalıştım. Sadece iddia ettiğim meselelerin anlaşılabilmesi için, bir örneklem alanı için tanıklıklarıma yöneldim. Çocukluğumdan, üniversite yıllarımda yaşadıklarıma kadar yazılmaya muhtaç bir birikimim var. Aslında herkesin vardır ama anladım ki çoğu arkadaş benim gibi çözümlememiş olayları. Hayatın olağanlığı içerisinde yasallaştırmışlar olan biteni. Oysa ciddi tarihsel olaylar gözlerimizin önünde yaşandı. Bunu çözümleyememek çağı doğru okuyamamaktır. Ülkücü düşüncenin en önemli sorunu bu, çağı doğru okuyamamak.

Peki önerileriniz var mı bunun için?

Dönüp Anadolu’ya bakmak yeterli aslında. Bize Batılı Türkologlar, oryantalistler tarafından öğretilen sorunlu bir Türklük algısı var. Oysa biz Anadolu’ya gelince, burada mukim farklı dinden, etnik kökenden yerli halklar ile bin yıla uzanan bir toplumsal hukuk kurduk. Onlara hiçbir kimlik dayatmadan, dillerine, dinlerine dokunmadan. Burada yeni bir maya inşa olundu. Tasavvuf ile gelişti bu. Şimdi tasavvufla yoğrulan Alperenlerin beslendiği kaynağı bilmeyen günümüz ülkücüleri kendilerini sorgulamalı. Ülkücülük biz Türklerin insanlığa ve İslam’a kendi özgün kimliklerimiz ile hizmet etme performansıdır. Kur’an bunu der. Takva ile. Hangi millet en takvalı ise odur üstün olan. Oysa milliyetçi ideolojiler kendilerini, başka milletlerden ırk, kültür gibi sekülerize edilmiş meseleler üzerinden üstünlükle kurgular. Ortaya Asya’dan göç edip Karadeniz’in Kuzeyinden Avrupa içlerine kadar akan ve Hıristiyanlık ile karşılaşanlar mesela Türk kalamamışlardır. Oysa Mavera coğrafyasında İslam ile karşılaşanlardır bugün Türk kalanlar. İslam bizim Türk olarak kalışımızın en büyük teminatıdır.