Irkçılık fitnesi'nden yeniden 'dârü's-selâm'a...

Oturduğumuz sitede büyük bir inşaat başlatıldı. İnşaatta çalışan işçilerin hepsi Kürt; bir tane bile Türk yok!

Bu durum, bir Müslüman Türk olarak, açıkçası çok zoruma gitti, kanıma dokundu. Türkiye'nin her yerinde böyle bu. Bir Müslüman olarak kabul etmiyorum bunu; bu ülkeyi bu hâle getirenleri şiddetle protesto ediyorum.

İnşaatta çalışanların hepsinin Kürt olması yetmiyormuş gibi, bir de aralarında Kürtçe konuşuyor olmaları problem oldu sitede: Bazı laik, ulusalcı, asker emeklisi ailelerin kokona eşleri, aralarında Kürtçe konuştukları için bir dolu hakaret etti bu "zavallı" insanlara. Bir Müslüman Türk olarak benim sigortalar attı ve yemedikleri zılgıt kalmadı benden tabiî.

Şimdi inşaat işçileriyle dost olduk, kardeş olduk. Bir işçi bir gün, öğle vakti, "evde abdest alabilir miyim?" diye sordu ıkına sıkına: "Buyur kardeşim, ne demek; sözümü olur" diyerek içeri aldım. Abdestini aldı.

"Nerede kılacaksın namazı?" diye sorduğumda, "dışarıda bir kâğıt serer kılarım" dedi arkadaş ve ben mahfoldum tabiî. "Olur mu öyle şey? Gel beraber kılalım", deyince, sarmaş-dolaş olduk ikimiz de. Ve "ne olacak bu hâlimiz; bu Türk-Kürt fitnesi de, nereden çıktı" diye oturup ağlaştık bir süre.

Şimdi, bu arkadaşlara çay veriyorum, su veriyorum, sigara veriyorum, pasta, kurabiye ikram ediyorum her gün. Onlar da bana üzüm veriyorlar. İki gözüm benim! Aramızda inanılmaz bir muhabbet oluştu: Çoklukla Türkçe konuşmaya başladılar üstelik de. Bu arada cemaat de arttı, kendiliğinden. Ve "rahatsızlık veriyoruz size Hocam" diye nasıl da hassas, çekinerek, medenîce -evet medenîlik bu!- hareket ediyorlar, öyle, anlatamam.

Site sâkinleri, özellikle de, ulusalcı, laik vatandaşlar, aramızdaki muhabbetin nereden kaynaklandığını bir türlü bilemedikleri için, bu muhabbeti şaşkınlıkla izliyorlar, uzaktan.

Bu arada işçi arkadaşların işlerini severek yapmaya başlamaları nedeniyle verimin de arttığını söyledi, başlarındaki arkadaş.

***

The Venture of Islam başlıklı üç ciltlik öncü kitabının ilk cildinde, şöyle bir gözlem yapar Marshall Hodgson: İslâm, tevhid'e dayanan bir din. Tevhid, yani her şeye total bir yaklaşımla yaklaşan İslâm, beklenildiği gibi, felsefî olarak totalleştirmeyle, siyasî olarak da totalitarizmle sonuçlanmıyor. Aksine, bütün farklılıklara yer verebiliyor, varoluş alanı açabiliyor ve bütün etnik farklılıkları [Batı'da, özellikle de Amerika'da olduğu gibi eritmeden] kendileri olarak ve kendileri kalarak yaşamalarını sağlayabilecek bir "müşterek vasat" sunabiliyor. Öyle ki, bütün farklı dinler, diller, felsefeler İslâm'ın sunduğu bu "müşterek vasat"ta kendilerini ifade edebilecek vasıtalar, imkânlar geliştirebiliyorlar.

***

Hodgson'ın sözünü ettiği model, "Medine modeli"; kurucusu da, Kerem Sahibi, lemlere Rahmet Olarak Gönderilen Efendimiz (asv)dir. Efendimiz, Medine'de, yatay (zâhirî / dış) ve dikey (bâtınî / iç) gerçeklik düzlemlerinin aynı anda işlediği, birbirini beslediği, birbirini şekillendirdiği, dikey eksenin yatay eksene sürekli ruh üflediği bir "şehir / medine" modeli geliştirmişti.

Ali Bulaç, bu modeli, postmodern terimlere indirgeyerek -farkında olmadan- sekülerleştirmiş ve içini boşaltmıştı. "Medine modeli", bir mekân'dan ziyade bir "insan inşası" modeliydi. Din'in hayat bulduğu, hayat olduğu ve herkese hayat sunduğu, herkesi kendileştirici / özgürleştirici bir mahal ve hâl hâli ve yeriydi medine. Siyasî / fenomenolojik bir mekân olmaktan önce, akîdevî / ontolojik bir "ev"di.

Medine, dârü'l-İslâm'ın herkese hayat ve ruh bahşettiği bir "dârü's-selâm"dı. Orada, yalnızca Müslümanlar değil, gayr-ı Müslimler de kendi hayatlarını barış, huzur, adalet, hak ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde yaşama imkânlarına, mekânlarına (mahallerine ve hâl'lerine) mâliktiler. Böyle bir model, tarihte, yalnızca Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiştir ve o yüzden İngiliz kökenli Muhammed Marmaduke Pickthall, yalnızca bu modelin "cihanşümûl insanlık kardeşliği" pratiği üretmeyi başardığını söyleyecektir (gelecek hafta Külliyat Yayınları'ndan yayımlanacak İslâm Medeniyetinin Dinamikleri başlıklı kitabında).

***

Daha önce de söyledim: "Kürt sorunu"nun yegâne çözüm yolu, İslâm kardeşliğidir. Gerek bizzat yaşadığım hâdise, gerekse Hodgson'dan ve Pickthall'den aktardığım gözlemler, bu gerçeği bir kez daha teyit ediyor.

Türkiye, çok tehlikeli bir sürecin eşiğinden geçiyor: İnsanların dilleri, dinleri, inançları ve düşüncelerinden ötürü ötekileştirildiği, bin küsûr yıl İslâm kardeşliğinin özgürleştirici, kendileştirici, bütün farklılıklara hayat ve ruh üfleyerek kendi dünyalarını ve hayatlarını kurucu "dârü's-selâm" fikrinden, bu fikrin dayandığı medeniyet iddialarından uzaklaşmanın; herkesi tektipleştirici, farklılıklara hayat hakkı tanımadığı için bölücü, parçalayıcı, her türlü şiddet biçimlerinin tohumlarını eken seküler ulus modelinin yıkıcı, bizi birbirimize düşürücü sonuçlarını yaşıyor.

Seküler ulus devlet ve toplum modeli, farklılıklar arasındaki bütünlüğü, vatandaşlık bilinci üzerinden tesis etmeye çalışır. Ama vatandaşlık bilinci, seküler, ruhsuz bir şey; insanları ruhsuzlaştıran, makinalaştıran, hukukun kölesi kılan bir mekanizma. -Bizim sitede olduğu gibi- laik, ulusalcı vatandaşların Kürt kökenli işçi kardeşlerimin Kürtçe konuşmalarına bile tahammül edememeleri, inşaat işçilerinin sadece Kürtlerden oluşmasından tedirginlik duymamaları, sekülerleşmenin ufku daraltmasından, ruhu, vicdanı ve kalbi yok etmesinden kaynaklanıyor.

Yeni Şafak
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.