Mehmet Ali KAYA

Mehmet Ali KAYA

İman nedir?

GİRİŞ:

İman, peygamberin (sav) Allah katından getirdiğini söylediği şeylerin tamamını kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. İman, sözlükte “mutlak tasdik” anlamına gelmektedir. Din dilinde ise, “Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed’in (asv) Allah'ın insanlara gönderdiği elçisi, resulü ve kulu olduğuna ve getirmiş olduğu haberlerin tamamının hak ve hakikat olduğuna kalben kesin olarak inanmaktır.” İnancını lisanen ikrar etmek İslam hükümlerinin uygulanması için şarttır. Kalben inanan iman etmiş sayılır. Ancak dil ile ikrar Müslüman olduğunu itiraf etmek ve insanların ona Müslüman muamelesi yapmaları için gereklidir. Dili ile itiraf ettiği halde kalben inanmayanın imanı yoktur; ancak yine Müslüman muamelesine tabi tutulur ve ona dini hükümler uygulanır.

 

Kamil iman İmam-ı Şafinin tarifi ile “Kalben inanmak, dil ile ikrar etmek ve azalar ile amel etmektir.” Amel imanın bir bölümü ve bir cüz’ü değildir; ancak imanı kuvvetlendiren ve Allah'a teslim olduğunun delilidir. Amel imana güç ve kuvvet verir.

 

Dili ile itiraf ettiği halde kalben inanmayan ve şüphe içinde olanın imanı yoktur. Bu sebeple amelinin de kendisine faydası yoktur; ancak dünyada Müslüman hükümleri uygulanır ve cenaze namazı kılınır. Bunun için münafığın imanı dilindedir, mü’minin imanı kalbindedir” denilmiştir. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “İnsanlardan öyleleri vardır ki inandık derler; hâlbuki onlar inanmış değillerdir.” (Bakara, 2:8) “Arabîler iman ettik dediler. De ki: Siz henüz iman etmediniz. Çünkü imanınız kalbinize girmedi. Ancak İslama girdiniz. Şayet Allah'a ve peygambere kalben inanırsanız amellerinizin eksiltmeden sevabını alırsınız” (Hucurat, 49:14) buyurarak imanın kalple inanmak olduğunu ve ancak o zaman amellerin uhrevi sevabına kesb-i istihkak edeceklerini ifade eder.

 

Şüphe ile iman bir arada durmaz. Şüphe kalbe girince iman kalpten çıkar. Bu sebeple iman şüphe duymadan inanmak demektir. İnsan kalbine şüphe şeytan tarafından atılır atılmaz bu şüpheyi giderecek şekilde “İman dersi” almak ve sorarak bu şüpheyi gidermek imana güç ve kuvvet verir. Böyle bir iman müdellel ve makbul bir imandır. Kalbin tatmin olması için bu şarttır. Nitekim İbrahim (as) ölülerin dirilmesi konusunda yüce Allah’tan delil istemiştir. Bunun sebebini de “kalbin tatmin olması” olarak ifade etmiştir. (Bakara, 2:260) Kalbin tatmini ve aklın kabulü için delilleri araştırmak imana güç verir. Nitekim yüce Allah “ Gerçek mü’minler o kimselerdir ki Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer ve Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanları artar ve rablerine tevekkül ederler.” (Enfal, 8:2) buyurarak delillerin imanları artıracağı, yani kuvvetlendireceği belirtilmiştir. Bu sebeple delilleri araştırmak ve imanı kuvvetlendirmeye çalışmak “Halil İbrahim (as) mesleği”dir. İbrahim’i (as) Allah'a dost ve halil yapan ve “Halilullah” unvanını kazandıran bu tahkik mesleğidir.

Ma’rifet, yani Allah’ı isim ve sıfatları ile bilmek ve tanımak imandan daha şümullü bir kavramdır. İman “tasdik” marifet ise “tanıma” demektir. Bu sebeple imandan sonra “Marifetullah”da terakki ve tekâmül etmek, imanı kemal mertebesine insanı da Allah'a daha yakın olmaya götürür. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “İman, iz’andır, hakkı kabul ve tasdiktir” (Mektubat, 2004, s.58) demektedir. İz’ân, gönülden ve kalben inanmak, hakkı kabul ve kalben tasdik etmek anlamına gelmektedir.

 

Marifet imanla beraber olursa imana güç verir. İman ile beraber olmadığı zaman marifet “bilgi”den öte bir mana ifade etmez ve iman olmaz. Nitekim müşrikler Allah'ı biliyorlar ve peygamberimizi evlatları gibi tanıyorlardı; (Bakara, 2:146) ama bu onların imanı için yeterli olmadı ve bu marifetleri de iman sayılmadı. İman, tasdik ve tercihtir.

Aynı şekilde peygamberin (sav) mucizelerini görmek ve bilmek iman için yeterli değildir. Müşrikler peygamberimizin mucizelerini görüyorlardı ama “bu bir sihirdir” diyerek iman etmiyorlardı. (Neml, 27:13)

 

İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. İman icmâlî bir tasdikten ibaret değildir. İmanda çok latifelerin hisseleri vardır. Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve külli her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i kutsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek –haşa- hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihetle Allah'a iman hakikati onda yoktur. (Emirdağ Lâhikası, 2006, s.349)

 

1. İmanın Mertebeleri:

İslam bilginlerine göre iman “icmâlî” ve “tafsilî” olmak üzere iki kısma ayrılır. İnanılması gereken şeylerin tümüne birden “Kelime-i Tevhidi” okuyarak tam bir teslimiyetle inanmaya icmâlî iman denir. Bir insanını mü’min sayılması için “kelime-i tevhidi” okumak yeterlidir. Bu sebeple bu mübarek kelimeye “kelime-i münciye” yani kurtarıcı kelime denilmiştir. Bir insanın Müslüman olması için belli bir merasim yoktur. Sadece “Lâ ilâhe illallah Muhammed Resulullah” demesi ve buna kalben inanması yeterlidir.

 

Tafsili iman ise icmâlî imanın ifade ettiği mana ve muhtevayı açmak ve açıklamaktan ibarettir. Bunun da mertebeleri vardır. Birinci mertebede, “Amentü” ile ifadesini bulan esaslara tafsilî bir şekilde inanmaktır. Bu iman esaslarının açıklaması ve detaylarıdır ki imanın hakikatini anlamak için gayret göstermek demektir ve “İlme’l-yakîn” bir iman mertebedir. İkinci mertebesi ise Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerde ifadesini bulan bütün hakikatleri öğrenmek her birinin hak ve hakikat olduğuna iman etmektir. İbadete ait hükümlerin de bir iman mertebesi vardır ki bu “bu hüküm Allah tarafından inzal edilmiştir” diyerek iman etmektedirler. Sonra bu hükmün hikmetlerini araştırarak hak ve hakikat olduğunu görmektir. İmanın bu mertebesine “Ayne’l-yakîn” iman denir.  Göz ile görüyor gibi bütün imana ait meseleleri bilmek ve kabul etmektir. İmanın üçüncü mertebesi ise “hakka’l-yakîn” imandır.

 

Hakka’l-yakîn mertebesinin kemali peygamberimize (sav) has olmakla beraber bu mertebeye kadar olan meratibde her mü’minin imanı derecesinde bir hissesi vardır. Her bir esma ve sıfatın dahi “hakka’l-yakin” mertebesi vardır ki bunların tümüne ancak peygamberimiz (sav) mazhar olmakla beraber ümmeti dahi iman ilmi derecesinde bir kısmına mazhar olabilir. Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin ifade ettiği gibi: “İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: ‘Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.’ Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s.38)

 

İman-ı bilgayb cihetinden sırr-ı vahyin feyziyle, bürhânî ve kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakka’l-yakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilme’l-yakînle hakaik-ı imaniyeyi tasdik etmek Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatidir.” (Kastamonu Lâhikası, 38) Bu cihetle Risale-i Nuru okuyanlarına böyle bir imanı kazandırdığını okuyanlar itiraf ediyorlar. 

“Bütün mesaimi iman üzere teksif ettim” diyen Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, ‘Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir’ diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.

 

Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Hâlbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur.

 

Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.

 

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kur'ân'ın mucizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakaik-i imaniye ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.

İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur'ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur'ân ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur'ân nuruyla vesile olsun.

Hadîs-i şerifte vardır ki: "Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.” (Emirdağ Lâhikası, 2006, 190-191)

 

2. En Değerli Hizmet ve İbadet:

En büyük ibadet imanı taklitten tahkika yükseltmek için çalışmaktır. İslam bilginleri delil istemeden ve araştırma yapmadan inanmaya “Taklidî İman” demişlerdir. Bu iman sadece anne-babasından ve hocasından işitmeye dayanır. Böyle bir inanca sahip olan kimseye “Mukallid” denir. Mukallidin imanının sıhhati konusunda İslam bilgin ve kelamcıları çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Esah olan görüşe göre böyle bir iman makbuldür ve ibadetlerle takviye edilmek şartı ile kişiyi kurtarabilir. Ancak Kur’ân-ı Kerimin bizlere emrettiği kâinattaki ve nefsimizdeki delillere bakmayı terk ettiği için günahkâr olur. (Bakara, 2:164; Yunus, 10:101) Çünkü burada ilim öğrenme ve aklı ve kalbi çalıştırmayı terk ederek onların ibadetleri olan ilim ve tefekkürü terk etme günahı vardır” demişlerdir.

 

Bilhassa herkesin okula gitmek mecburiyetinde olduğu ve insanların en az yüzde on ve yirmisinin bir yüksek okul mezunu bulunduğu, kitle haberleşme vasıtalarının yaygın olduğu, TV ve İnternet aracılığı ile bilgi sahibi olma ve her türlü bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu zamanımızda “Taklidî bir iman” sahibini kurtarmaz; hem de makbul olmaz. Çünkü delillere ulaşma imkânı vardır ve “Risale-i Nur” gibi imanı taklitten tahkika çıkaran bir “Kur’ân Tefsiri” bulunmaktadır. Kişi kalbinde şüphe olduğu halde araştırmayı ihmal ediyor ise o zaman asla mazur olamaz. Zira kasıtlı olarak ve ihmal sonucu bunu terk etmektedir. Bunun hiçbir cihette mazereti olamaz. Hem böyleleri bilmiyorlar hem de bildiklerini iddia ederek üste çıkmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla mazeret hakkını da kaybetmiş oluyorlar.

 

3. İman ve Amel Münasebeti:

Mâturudî, Eş’ârî, İmamü’l-Harameyn Yusuf el-Cüveynî, Saad-ı Taftazanî, Fahreddin-i Razi ve Seyid Şerif Cürcânî gibi ehl-i Sünnetin ulema-i ilm-i kelâmına ehl-i tahkik denir. Muhakkikîn-i ulemaya göre “iman kalben tasdiktir.” Dil ile ikrar Müslümanlığın ilanı için gereklidir. Böylece dil ile ikrar edene “Müslüman” muamelesi yapılır. Yine muhakkikîne göre amel imanın şartı değil, gereğidir. Ameli olmayanın imanı yoktur denemez; ancak imanı olmayanın ameli Allah katında makbul olmaz denir. Kişiyi sorumluluktan kurtaran, Allah’ı razı eden ve imanı kemale erdiren husus imanın gereği olan ve Allah'a itaati sağlayan “Salih ameldir.” Amelsiz iman insana fayda vermediği gibi, imansız amel de fayda sağlamaz. Her ikisi iki ruh ve beden gibi imanlı bir hayat için gereklidir. İmanın kalple ilgili bir husus olduğu peygamberimizin (sav) “Allah'ın kalbimi iman üzere sabit kıl!” (İbn-i Mâce, Dua, 4) şeklindeki bize örnek duası ile de ifade edilmiştir. Yine Usame b. Zeyd (ra) bir savaşta “Lâ ilâhe illallah” diyen birini öldürmesi üzerine peygamberimizin kendisini azarlayarak “Sen kalbine baktın mı ki gerçekten inanmadığını söylüyorsun” (Müslim, İman, 158) hadisinde de belirtilmiştir.

 

Salih amel ise beden ile ilgilidir. Azalarla amel etmek kısmına girer ki imanın kemaline delildir. Amel ile iman tekâmül eder. Amelin en değerlisi de ilimdir. İlimlerin şahı ve padişahı ise iman ilmidir. İmanî meselelerin müzakere edildiği ilim meclislerinde bir saat bulunmak ve imanı kuvvetlendirmek “bir sene ibadet değerinde olan imânî tefekkür” olduğu için en değerli ibadetlerdendir. Bu ilim insanı amel işlemeye, farzları yapıp haramlardan kaçmaya götürür. Farzları yapıp haramlardan kaçan ise kurtulur.

 

4. İmanın Korunması ve Muhafazası:

İslam muhakkikleri imanın makbul ve geçerli olması için;

1. İman yeis halinde olmamalıdır. Yani öleceğini bilen birisinin son nefesinde inandım demesi makbul değildir. Zira artık hayata ümidi kalmayanın teklife ve imtihana zamanı da kalmamış demektir. Bu sebeple Firavun’un denizde boğulacağı an kendisini kurtarmak için iman etmesini Allah kabul etmediğini Kur’ân-ı kerimde beyan etmiştir. Bu sebeple böyle bir durumda olan kimsenin “iman ettim” demesi makbul değildir.

2. Mü’min tekzip ve inkâr alameti olan ve küfrü gerektiren bir söz ve amelde bulunmamalıdır. İmandan sonra küfür sözlerinden ve amellerinden son derece sakınmak gerekir. Zira Allah iman ile beraber şirki kabul etmez. Bu husus “Allah şirki affetmez” (Nisa, 4:116) ayeti ile sabittir.

3. Mü’min dini hükümleri ve peygamberin hallerini güzel ve doğru görmekle mükelleftir. Dolayısıyla din ve iman ile Kur’ânın ahkâmı ve peygamberin sünneti ile alay etmek ve dalga geçmek ve hafife almak gibi şeylerden son derece sakınması gerekir. İman ciddi bir iştir, bu gibi imansızlığı çağrıştıran şeyler kişinin imanına zarar verir ve iman böyle bir durum ile beraber bulunamaz.

4. Mü’min şüphe içinde olmamalıdır. Şüphe imanı giderir. Kalbine bir şüphe geldiği anda bunu gidermek için sormalı ve öğrenmelidir. Zira iman ve din hak ve hakikat olduğu için cehaletimizden, şeytanın iğvasından ve kâfirin inkârından münezzehtir ve son derece yüksektir. Kur’ân-ı Kerimin yüksek hakikatleri ve bütün meselleri aklî ve mantıkî, ilmî ve tahkîkîdir; hak ve hakikatin ta kendisidir. Şüphe şeytandan ve cehalet bizdendir. Bizim aklımız bilmediğimiz şeyden şüphe duyar ve kişi bilmediği ve aklı ihata etmediği için inkâra sapar. İzah ve ispat edilirse akıl kabul eder ve kalp tatmin olur. Dolayısıyla kendi cehalet ve kusurumuzu dine ve Kur’âna yüklemek en büyük cehalettir ki insanı imandan mahrum edip küfrün zulümatına ve ahrette ebedi cehenneme sukût ettirir.

5. İman bir dava ve hakikati itiraf olduğu için kesindir ve kesin olarak ikrar gerektirir. Bu sebeple şüphe ve zan ifade eden kelimeler imana zarar verir ve imansızlığı çağrıştırır. Kişinin kalbinde şüphenin varlığını gösterir. Bu bakımdan bir kimseye “Müslüman mısın?” veya “Mü’min misin?” denildiği zaman kesinlikle “Elhamdülillah mü’minim ve müslümanım” demesi gerekir. “İnşallah mü’minim. Acaba mü’min miyim? Allah imanımı kabul ederse mü’minim” gibi ifadelerden kaçınması gerekir. Çünkü bu hakikati kesin olarak kabul edememenin ifadesi olur ki imana aykırıdır. Böyle birinin imanı yoktur. İman zan ve şüphe kaldırmaz. Nitekim yüce Allah “Mü’minler o kimselerdir ki imandan sonra asla şüpheye kapılmazlar.” (Hucurat, 49:15; Enfal, 8:4) buyurur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.