İkinci Şuayı Anlamak - 34

Kemâlâtın Medarı Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiyedir

İsm-i Ferd’in Altıncı İşaretinde kemalât ile ilgili hükümler\kaziyeler bunlardır:

  • Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiye bütün kemalâtın medarı ve esasıdır
  • Ferdiyet olmazsa mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtın in’idamına vesile olacaktır
  • Hadsiz kemal ve cemal-i İlahinin tahakkukuna en zahir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir
  • Kainatın Sanii, Vahid-i Ehad bilinse, bütün kainattaki kemalât ve cemaller, o Sani-i Vahid’de bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa, kainatın kemalâtı ve cemalleri, mahlukata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit, akl-ı beşer nazarında, kemalât-ı İlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.

Kemalâtın izahı ancak müstakil ve uzun bir yazı ile mümkün olabileceğinden burada kemalâtın izahına girişmeyeceğiz. Konumuz; kemalâtın neden Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiye ile olabileceğinin izahıdır.

Kainatta kemalât olduğunun delili; âdilane kanunlar, harika güzellikler ve hakîmane gayelerdir. Bunların varlığı ise Kâmil-i Mutlak bir zatı zorunlu kılmaktadır. Bütün bu şeyleri hiçten icad edip harika kanunlar ile idare eden zâtın kemâlinin ayineleri olmak ile her mevcudun kemâli tahakkuk eder.

Kainatın mevcudatını inceleyen fenler de inceledikleri mahlûkatın hakikatleri olan Esmalara dayanmakla kemâlini bulabilirler. Esma ise; kemalât-ı İlahiyenin ünvanlarıdır. Bütün güzellikler, güzel olan Esmanın cilveleri ve tereşşühatıdır. Hakikatinden kopartılan hiçbir şey ise güzel değildir. Güzelliğini kaybeder, içi boşaltılmış olur.

Bütün güzelliklerin bir tek güzelden geldiğinin şuuruna varıp, o kudsî güzelliğe ayine oldukları bilinmek ile her şey kemâlini ifade edebilir. Bir şey ki; kaynağından koparılmış, içindeki hakikat ve manadan yaban düşülmüş ise, o ayinede görülen güzellik hakiki bir güzellik olmaz ve onda görünen kemalât da hiçe iner. Sadece sûri ve muvakkat bir hüsün orada görülür. Bir şeyi geçici olarak bir surî güzelliğe mazhar edip sonra ademe hiçliğe atmak ise gadirdir, bir çirkinliktir.

Kâmil-i mutlakın kemalâtına ayine olduğu bilinmeyen her kemal nâkıs kalacaktır. Manay-ı harfî ile bakıldığında ise bütün kemaller hakiki manalarını bulup kemal-i mutlak sahibi Vahid-i Ehad’e verilir. Yani; mevcudatta kemal ve cemal namına ne var ise ancak Kamil-i Mutlak ve kudsî ve mücerred bir cemalin sahibine aittir.

Üçüncü Şua ve Yedinci Şua ve Yirmidokuzuncu Lem’a kemâli ile bu hakikati anlatmaktadır. Her bir hareketin, faaliyetin ve ulvi - süfli her varlığın ayine olduğu ef’al-i İlahiyye nazara verilmiş ve bu fiilleri göstermeleri ile o mevcudat kemâlini bulmuştur.

Bu aidiyet bağı koparılarak mevcudata bakıldığında ise görünen muvakkat hüsün ve kemâl abesiyete inkılab eder. Hele ayinedarlığın parlaması, aynaların yenilenmesi manasını taşıyan zeval, firak ve mevte bu aidiyet şuuru ile bakılmadığında son derece hırpalayan, inciten bir adaletsizlik ve zulüm görünür.

Bütün içinde çok anlamlı olan ve şehadet aleminden gidişi bile çok hikmetleri doğuran her bir mahluk ancak Ferdiyet-i Rabbaniye ve Vahdet-i İlahiye ile anlamını bulabilir. Bu anlama yetişebilmek için bizim tevhid nazarına ihtiyacımız vardır. Bu nazarın talimi ise çok risalelerde hususen de İkinci Şua’da vardır. Her bir cüz’iye küllî içinde ve her bir cüz’e küll içinde bakmanın talimini yapar İkinci Şua. Hatta her bir zihayattan zât-ı Ehad’e açılan pencereleri gösterir. Bu vesilelik manası ile her bir mevcud kemalini bulur ve ulvî bir anlam kazanır.

Eğer her şeyin birbiri ile nasıl bağlı olduğunu görürsek bunların asla ayrı ayrı hükümranlık ve idareler altında olamayacağına da şuurumuz olur. Evvela her bir ferdi kendi nevi içinde görmeye ve her bir nev üzerindeki faaliyetin intizamına bakarız ve anlarız ki; bir tek ferdi idare eden, o nev’i idare eden olması gerek. Yoksa bu intizam olamaz. Ve sonra her bir nev ve o nevde görünen fiillerin tekliği nazarımıza görünür. Sonra bütün nevlerin ne kadar uyumlu olduğu ve hepsinin birden bir tek idare altında olması ile ancak bu uyumun olabileceği görünür. Bu birbiri içinde girift olan nevler bu denli birbirinin ihtiyacına kulak verir ve birbirinin imdadına koşar tarzda olması bütün nevlerin bir tek zâtın idaresinde olması ile olabileceğine intikal ederiz.

Her şeyi, mensub olduğu bir geniş dairede değerlendirmek, devamlı bir üst külliyet dairesi içinde bakmak zor olacağından her bir ferde de sikkeler koymuştur yaradan. Sırr-ı tevhid içinde nur-u Ehadiyeti nakşetmiştir. Her bir ferd tek başıyla da kendisindeki Ehadiyet mührü ile bizi yaradanına götürür. Bir tek ferdi bütün dahil olduğu mahlukât dairesi içinde daim görebilmek ancak çok ihatalı kalbî gözlere müyesser olabileceğinden her bir ferde de ayrı ayrı hâtemler koymuştur Halık-ı Hakîm.

Bu sikkeleri turraları hâtemleri okumadan o mahlukatı değerlendirmek; onun kemâlini inkar etmek anlamına gelir. Manasız, geçici, gitmesi ile varlığındaki bütün hikmetleri tar-ü mar eden kıymetsiz şeyler derekesine düşer her bir mevcud. Lezzetler elemlere, hikmetler abesiyete, nimetler nıkmetlere döner. Bunca masraf heba olur.

İşte bütün bu mahlukatın sahibini de abesle iştigal eden, güzellikleri bozan, var olan güzelliği hiçliğe atan olarak görmek tam bir zulümdür. Şirkin en azim zulüm olduğu Kur’an-ı Hakîm’de bildirilmiştir.

Her bir mevcud ve bu kainat top yekun o Halık’ın kemâlini ve cemalini gösterir iken; bunları yaradanının kemâl ve cemalini gösteren ayineler olmak gibi bir makamdan sadece geçici bir güzelliği gösterip anlamsızca yok olup gidenler olarak değerlendirmek elbette insanı da tamaşager ve anlayışlı muhatap makamından zavallı ve yok olup gidecek, bütün yapıp ettikleri heba olacak bir mahluk derekesine düşürür.

İnsan nasıl itikad ediyor ise öyle muamele görecek. Bu dünyada bir ömür sürdükten sonra yok olup gideceğine inananlar kabirlerinde idam-ı ebedî acısı çekecekler. Ruhlarının bâki olduğunu bilen ama o ruhun selameti namına cesedini kıpırdatmayanlar kabri tek kişilik bir hapis olarak bulacaklar. İman eden ve imanına münasib salih amel işleyenler ve Rablerine kavuşmayı arzu edenler, ölümün de bu kavuşmanın perdesi olduğuna itikad edenler Rablerine kavuşacaklar.

Kainatı anlamsız bulan kendi anlamına da yanaşamamıştır. “ben kimim ve bu mevcudata ne oluyor” gibi sulallerin peşine düşenler, perdeler arkasında kendini gösteren Rabb-i Rahimlerine bu dünyada imanları ile kavuşurlar. Gaybî ve gıyabî olan bu kavuşma kimileri için hâzırane bir mertebeye çıkar da “Gayb perdesi açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” derler. Daim vuslattır onlar için. Her an Rablerinin huzurunda ve bütün mahlûkat ile de Rabbimizin emirber neferleridir diyerek irtibat kurarlar.

Bu huzuru bulamayan ise daim “acaba, ama, neden, nasıl, haksızlık değil mi, bu nasıl iş” gibi suallarde boğulur. Çıkış yolu ararsa ne âlâ, sırat-ı müstakimden başka bir yolu çıkış zannederse vay haline.

Hakiki kemâli bulamayan, bu kemalin kaynağına eremeyen; yapma kemaller uyduracaktır. Kendine göre her bir hadiseye anlam verecek ve bu anlamlar kalb ve ruhunu işba etmeyeceğinden cesedi lezzetler içinde de olsa elemde ve azabda kalacaktır. Gerçekten bu mevcudatın ve kendisinin anlamını ve kemalini arayan ise Kâmil-i Mutlak bir zâtı bulacak ve O’nun varlığı ve birliği ile ferahlanacaktır. Kendi salih amellerini bile “toplayıp durduğu şeyler” olarak görüp[i], ancak ve ancak Allah’ın fazlı ve rahmeti ile ferahlanacaktır.

Bu kainattaki kemâlleri keşfedemeyen, kendi kemâline de yanaşamaz. Bozgunculukta önde gitmeye ise kemâl denmez. Kendisini güzellikleri ifsad etmek, kulların hakkını zir-ü zeber etmek, masumların canına kıymak gibi fiillerle ifade edenin elbette kainattaki hikmetler ve kemaller ile ve bunlarınkaynağı olan zât ile rabıtası kesilmiştir. Kainat sinemasında kendi isteği ile “kötü adam” rolünü üstlenmiştir.

Zâtında bulunan kemal ve cemali kainat ile ilan eden zât elbette kendisini tanımayan, bilmeyen, san’atını hafife alanlara cehennem azabını tattırmak da ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir. Cemalini ve kemalini muhafazadır. Bunca güzellik ve kemali inkar eden kâfir ancak ebediyyen cehennemde kalmak ile bu kemale hizmet edebilir. Kafir de cehennemle kemalini bulur. Ezelî ve ebedî bir güzelliği inkar eden, o güzelliğin ayinelerinin ulvî vazifelerini yok sayan, hikmetlere abes, adalete zulüm diyen; hadsiz bir güzelliğe gözünü kapatan, hadsiz kulların hadsiz ibadetleri ile dalga geçen ve inkar eden ne ile kemalini bulur? Elbette acıklı bir azabı tatmak ile…. Ve bu da onun ulaşabileceği kemal noktadır. Yokluktan çıkaran, onu yokluğa göndermez de yine vücud dairesinde bırakır; işte o Rahmetin vüs’atini ve kemalini gör…

Bütün bu göz önünde olan işlerin kemâlini bulması ve bu hikmetli icratın abesiyete inkılab etmemesi ancak bir Ferd-i Vâhid-i Ehad’in varlığı ile mümkün olabilmektedir. Allah’ı inkar edenlerin gelişme ve tekamül etme çabalarının dünyayı ne hale getirdiği ile; Allah’ı bilen ve kabul edenlerin tekamül gayretlerinin neticelerini (başta Asr-ı Sadet olarak) karşılaştırdığımızda, Kâmil-i Mutlak sahibi bir zâtı bilmek ve emirlerine imtisal etmek insaniyet nâmına ne derece ehemmiyetli olduğunu görebiliriz. Demek kemâl, hakiki kemâlin sahibine intisab ile ancak hakiki kemâl olabilir. Yoksa bozmak ve abesle iştigale döner.

 

 

[i] İbn-i Abbas Radiyallahu Anh;“Kullarıma söyle, toplayıp durdukları ile değil sadece benim fazlım ve rahmetim ile ferahlansınlar” ayetini tefsir ederken “toplayıp durdukları”nı, kulun salih amelleri olarak tefsir etmiştir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.