Hz. Hüseyin (r.a.) haklıydı, ama Hz. Hasan (r.a.) daha haklıydı.

Hz. Hüseyin (r.a.) haklıydı, ama Hz. Hasan (r.a.) daha haklıydı

Küçüklüğümden beri, Hz. Hüseyin’e (r.a.) ayrı bir hayranlığım vardır. Bunun belki küçüklüğümde dinlediğim menkıbelerle bir ilgisi var. Annem, biz daha ilkokula gitmez yaşlardayken bile, onun kahramanlıklarını anlatırdı bizlere. Kerbela’da nasıl susuz kaldıklarını, neler yaşadıklarını, nasıl kavrulduklarını... Bunları, kendinden öncekilerden dinlediği şekilde, bazen gözyaşlarına hakim olamayarak naklederdi. Öyle etkileniyordum ki, anlattıklarından, o anda orada olmak, Hz. Hüseyin’le (r.a.) beraber can vermek bana çok anlamlı, çok dilenesi bir şey gibi geliyordu. Ve o zamanlarda yaşamış olmak için, Allah’ın beni zamanda bir yolculukla oraya göndermesi için çocuk halimle dualar ediyordum. Muhtemelen validem de aynı hislere sahipti. Hatta onun gözünde çocuklarının en kötü davranışı; kendilerinden su isteyen herhangi birisine (bu düşmanları dahi olsa) bunu vermemeleriydi. Hiç unutmam, bir keresinde benden su isteyen kuzenime “Kalk, içerden al” dediğim için bana nasıl kızmıştı. “Sen Yezid misin?” demişti öfke içinde. “İnsan ancak Yezid olursa, su isteyene su vermez.”

Yezid’in, Hz. Hüseyin Efendimizin katlini ne denli arzuladığı tartışılır. Şimdiki bilgilerimle bunun tam da annemin anlattığı şekilde olmadığının farkındayım. Hatta Yezid’in, bu ciğersiz katlin haberini duyduktan sonra pişmanlık yaşadığını da biliyorum. Ancak yaşananlar geriye döndürülesi değil. Bu nedenle Ehl-i Beyt’e gönülden bağlı olan herkesin de ciğeri Kerbela’nın ismi anıldığında yanmaya başlıyor. Alevinin de yanmaya başlıyor, Sünninin de... Hepsi aynı acıyı içlerinde yaşıyorlar. Kıyamet kopana kadar da, sanıyorum, bu böyle devam edecek.

Yaşadığı sıkıntılardan ötürü, Hz. Hüseyin (r.a.), haksızlığa karşı durmada, kahramanlıkta daha bir sembol isim haline geliyor, daha bir arkasında duruluyor. Kahramanlıktan bahis açanlar, Hz. Ali Efendimizi zikrettikten sonra hemen arkasından Hz. Hüseyin Efendimize geçiyorlar. Onun cehdini ve gayretini anlatıyorlar. Bunlar elbette İslam’ın övüncü olan hadiseler. Her birisi birer yıldızlar. Fakat birisi daha var ki, o, bu tablo içerisinde kaynıyor, kayboluyor. Onun hakkı “hakkıyla” verilemiyor. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri’nin Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nde iki yerde geçen bahsinden hareketle, diyebiliriz ki; onun gayreti de çok kıymetli. Bahsi geçen kişiyse, elbette Hz. Hasan (r.a.).

Hz. Hasan, yumuşak huyluluğu ile ve Allah Resulü’nün Buhari’de geçen ifadesiyle “seyyidliği” ile iki ordunun arasında savaş çıkmasını önlemiş ve İslam ümmetine özlediği barış ortamını bir dönem için sağlamıştır. Hatta onun bu faziletli işindendir ki; yine Fahr-i Kâinat Efendimiz, hilafetin zamanını haber verirken onun görevde kalacağı süreyi de eklemiş (Hz. Hasan’ın da görev yaptığı süre sayılırsa, hadisteki gibi hilafet otuz sene eder) ve devamında: “Kan emici bir saltanatın geleceğini” haber vermiştir. Fakat bütün bu faziletlerine rağmen Hz. Hasan (r.a.) maalesef, Hz. Hüseyin (r.a.) kadar sembolize edilmez. Çünkü o, cihadı, Hz. Hüseyin gibi kılıçla değil, daha farklı bir şekilde yorumlamıştır. Dahilde kılıç çekmemeyi rehber edinmiştir.

Bütün bunlar aklıma nereden mi geldi? Anlatayım: Bugünlerde İkram Arslan ağabeyim, İkinci Ömer namıyla meşhur Ömer bin Abdülaziz (r.a.) hakkında bir roman çalışması yapmakta ve bu nedenle de bir hayli konuyla ilgili kitapları karıştırmış durumda. İçerisi onlarla dolu olduğu için de dışarıya en çok onlar akıyor. Geçenlerde de bir ders esnasında Abdullah bin Zübeyir (r.a.) ile Haccac-ı Zalim arasında geçen muharebeleri anlattı. Hepimizi hayretlerde bırakacak ayrıntılardan bahsetti. Fakat onun öncesinde Hz. Abdullah’ın kardeşi Urve bin Zübeyir’in (r.a.) ağabeyine ettiği bir nasihatten bahsetti ki; onu duyup da bunları tefekkür etmemek mümkün değildi. Haccac’ın gelişini duyan Hz. Urve, aynen şunları söylüyordu ağabeyine: “Sen Hüseyin bin Ali’nin yaptığı gibi yapma. Hasan bin Ali’nin yaptığı gibi yap. Zira Allah Resulü onu; ‘Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu barıştıracaktır’ (Buharî, Fiten: 20) diyerek övmüştü.”

Lakin ettiği bu nasihatin ağabeyi Abdullah (r.a.) tarafından yeterince önemsenmediği ortada... Nihayetinde savaş kaçınılmaz olmuş ve en az Hz. Hüseyin’in (r.a.) katli kadar ciğersiz ikinci bir katliam da Mescid-i Haram’ın sınırları içinde yaşanmış. Ümmetin başına bir gaile daha açılmış...

Ben bu hadiseyi hatırlayınca aklıma birden Nuriye Çeleğen Hanımefendi’nin “Peygamberimiz Çocuklara Nasıl Davranırdı?” isimli kitabı da geldi. O kitapta da aynen şöyle bir hadise vardı Ehl-i Beyt hakkında: Hz. Hasan ve Hüseyin’in güreşi sırasında küçük olan Hüseyin’i değil, büyük olan Hasan’ı tutan Efendimizi (a.s.m.) garipseyen Hz. Fatıma annemiz, merak edip sual etmişler: “Hasan büyük, Hüseyin küçükken; neden Hasan’ın tarafını tutuyorsunuz?” Fahr-i Kâinat Efendimiz de kitapta nakledildiğine göre şöyle cevap vermişler: “Baksana ey Fatıma, onun da tarafını Cebrail tutuyor.”

nursi_eski_yeni.jpgBu kıssalardan da anlaşılıyor ki; Efendimizin (a.s.m.) Hz. Hasan’a muhabbeti bir başkadır. Onu bir başka sever, bir başka över. Acaba bu sevgisinde, bu şefkatinde Hz. Hasan’ın Hasanî yolunun da bir payı var mıdır? Ben hiç uzak bir ihtimal olarak görmüyorum. Şefkat Peygamberi elbette, şefkatin ve sulhün hâkim olduğu bir yolu, kılıcın hâkim olduğu bir yoldan daha fazla sever. Hele mesele dahilde ise... Bu hatırayı da hatırlayınca Emirdağ Lahikası’na gittim birden. Orada da Üstad Hazretleri; “Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir” diyor.

Doğrusu; Üstad böyle dediği zamanlar merak ederdim: “Acaba Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in eserleri mi var ki, Üstad Hazretleri onları da tetkik etmiş, incelemiş?” derdim. Şimdi bütün bunları birden düşününce anlıyorum ki, burada başka bir mana var. Belki de Eski Said birisine, Yeni Said ise birisine talebelik etmişler, örnek olarak görmüşler. Eski Said, Hüseynî bir makamda cehdini sergilerken, Yeni Said Hasanî bir makamda daha yumuşak ve şefkatli bir cihadı ihtiyar eylemiş. Acaba bu iki güzide sahabiyi, Üstad’ın, hakikat dersini aldığı hocalardan görmesi, yollarını hayatının iki farklı döneminde “yolu” bilmesinden dolayı olabilir mi? Bütün bunlar düşününce bana olabilir geliyor. En doğrusunu ancak Allah bilir elbette... Biz sadece hakikati avlamaya çalışan acemi avcılarız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
14 Yorum