Hulusi Yahyagil

1960’dan beri Risale-i Nurun bazı parçalarını, özellikle İşaratu’l-İ’cazı tanımama rağmen, asıl Risale-i Nuru bir meşrep olarak tanımam 1967 yılına rastlar. Medrese tahsilinden sonra 1967-70 yılları arasında Elazığ İmam-Hatip mektebinde okurken Hulüsî ağabeyin sohbetlerine devam etme imkânını buldum. O zamandan itibaren Risale-i Nurla –kendi çapımda- Kur’an ve iman hakikatlerine hizmet etmeyi hayatımın en büyük gayesi olarak telakki etmişimdir.

Vefatından sonra, bir gün rüyamda bana “her namazdan sonra üç defa ‘Rabbena Atina…’ duasını oku demişti. –Bir rüya da olsa- o günden beri 20 yıldan fazla bir zamandır onun bu tavsiyesini yerine getirmeye çalıştım ve bu duayla ilgili olarak bir çok tevafuk ve feyizler gördüm. Sadece bu himmeti için bile olsa birkaç hatırasını yad ederek onu anmayı bir vefa borcu olarak görüyorum.

Bediüzzaman hazretlerinin yakın talebesi İbrahim Hulusî Yahyagil ağabeyden dinlediğim birkaç hatıra:

“Ben Eğirdir’de iken Barla’da Bediüzzaman Said Nursi adında büyük bir zatın olduğunu duymuştum. 1928-29 yıllarıydı. Ben o zaman yüzbaşıydım. Ben dini mükemmel yaşamak için çok ciddi bir arayış içindeydim. Bir gün 6 kişilik bir grup Üstadı ziyaret etmeye karar verdik. Biz altı kişiydik 3 atımız vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Hazreti Ömer’in Kudüs’e giderken nöbetleşe devesine bindiği gibi. Fakat yolda giderken hepimizin içinde bir endişe vardı: “Acaba bu büyük zât bizim gibi günahkar insanları kabul eder mi?” Üstadın yanına gizli olarak, kimse görmeden akşamdan sonra varışımız onun hoşuna gitmişti. Bizim halimizi hatırımızı sorduktan sonra dedi ki, “kardeşlerim, eğer zaman eski zaman olsaydı, ben de bir kutup olarak hareket etseydim, sizin ta bu aşağıdaki dereden (çaydan) buraya kadar emekleyerek gelmeniz gerekirdi. Kabul edilip edilmemeniz o da ayrı konu. Fakat şimdiki zaman cemaat zamanıdır. Sizin bana ihtiyacınız olduğu gibi, benim de size ihtiyacım vardır. Onun için sizi Ale’r-re’si ve’l Ayn (başım gözüm üstüne) kabul ederim.” Böylece tam içimizden geçenlere de cevap vermiş oldu. Biz de rahatlayıp çok sevindik.

Hulusî ağabeyden  dinlediğim bir başka anekdotsa şöyledir:

“Bu ilk gidişimizden bir müddet sonra ben tek başıma Üstadı ziyarete gittim. Yolda içimden dedim ki, bu şeyh bana bir vird verse çok iyi olur. Çünkü Barla’da ona Şeyh Sait diyorlardı. Yanına vardığımda elimi tuttu, “kardeşim hoş geldin” dedi. Ve ekledi: “Kardeşim ben şeyh değilim. Ben hocayım. Ben İmâm-ı Gazâli gibi İmâm-ı Rabbânî gibi bir imâmım” dedi. Bu sözler karşısında ürpermeye başladım. Ve Üstadın zannettiğim gibi, küçük bir şeyh olmadığını anladım.

niyazi_beki_hulusi_yahyagil.jpgHacı İbrahim Hulusi Yahyagil ağabey, Üstadla görüşmelerinden birini de bize şöyle anlatmıştı:

“Üstad, bir görüşmemizde bir hafta sonra târif ettiği bir yere odun toplamak için talebeleriyle birlikte gideceğini, istersem benim de oraya görüşmeye gidebileceğimi söylemişti. Orduya değil, şahsıma ait atıma binip gittim. Baktım, Üstad kervanıyla çıktı (hayvanlara odun yüklemiş talebeleriyle birlikte göründü). Ben, "Üstad uzaktan beni görüp binitinden inip rahatsız olmasın" diye, atımı oradaki bir tepenin arkasında bağladım. Kendimi de oradaki büyük bir ağaç kütüğünün arkasına sakladım.”

Hulusi ağabeyin bu sözünü dinlerken içimden Üstadın kendisine neden bu kadar iltifat ettiğini düşündüm. İçimi okumuşçasına bana bakarak şöyle dedi:
"Ben birkaç defa 'Üstadım! Benim bir meziyetim yoktur neden bana bu kadar iltifat ediyorsun!' demiştim. O da bana 'Kardeşim! Dad-ı Hakra kabiliyet şart nist' demişti. Yani “Allah vergisinin söz konusu olduğu yerde bir kabiliyet ve meziyetin olması gerekmez.”

Üstadın talebeleriyle arasındaki manevi bağlantıyı gösteren bir örnek de aynı sohbette bulunmak için talebesi Hulusî Yahyagil ağabeye tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan yaptırmasıdır. Bu olayı, bizzât yaşayan Hulusî beyden defalarca dinlemiştim. Bunlardan biri de  70’li yılların sonuna doğru bir tarihte Elazığ’da bir bağda yapılan bir sohbette gerçekleşmişti. Ben daha önce 60’lı yıllarda Hulusî Bey’den duyduğum ve risalelerde de işaret edilen bu meşhur olayı kendisine sordum. Aramızda şu diyalog geçti:

-Üstad Isparta’da siz Elazığ’da olduğunuz halde, üstadla görüşüyormuşsunuz. Hatta bu konuda üstad bizzât kendisi diyor ki “akşamları ben Hulusî’nin dersinde bulunurum, sabahları da o benim derslerimde bulunur”. Siz daha önce birkaç defa; “Ben derslerde üstadı hissediyordum fakat göremiyordum..” demiştiniz.
- Hulusî bey hemen atılıp dedi ki:  “Hayır! öyle demedim, bu yanlış. Benim sözlerimi yazın. Ben göremiyordum demedim. “hissediyordum, fakat söyleyemiyordum” dedim. Eski arkadaşlarım bilirler ki, derslerde bana bir hal oluyordu. İşte o zaman üstadın orada olduğunu hissediyordum, fakat söyleyemiyordum.’
- “Peki üstadın vefatından sonra siz hala görüşüyor musunuz?”  şeklindeki soruma, -‘Hayır!’ diye cevap verdi.

-Peki siz sabahları nasıl üstadın derslerine gidiyordunuz?’ Bu soru üzerine biraz durdu ve dedi ki: “Kardeşim, yalan mı söyleyeyim (“Bu gerçeği inkar mı edeyim” manasında). İşte Hacı Sabri Efendi! O bunu anlatsın.’ (Hacı Sabri efendi sürekli Hulusi Bey’in sohbetlerini takip eden ve ara sıra üstadı ziyaret eden ve benim de İmâm hatipte öğrenciyken velîm olan Elazığ eşrafından bir zâttı. Ve sohbetimiz sırasında oradaydı.) Hulusî Bey’in bu sözleri üzerine Hacı Sabri efendi devreye girdi ve şöyle dedi: “Ben bir gün Isparta’ya gidip, sabahleyin üstadın yanına vardım. Ve Hulusî efendinin size selamları var dediğimde, Üstad: “Hulusî zâten biraz önce buradaydı” dedi. Bunun üzerine ben Hulusî ağabeye “peki siz nasıl oraya gidiyordunuz?” diye sorduğumda; Hulusî bey; ‘Onu üstad biliyor. Üstad beni götürüyordu. O, “ben seni derslerimde ihzar ediyorum (hazır bulunduruyorum)” derdi,  diyerek cevap verdi.

-Burada şunu da belirtelim ki, Hulusî beyin manevî cephesi her türlü tavsifin üstündedir. Mustafa Sungur ağabeyin ifadesiyle “Mehmet Feyzi Efendi zahiri/dış görünüşü itibariyle haşmetli bir görüntü veriyor. Hulusî Efendi ise iç aleminde çok haşmetli bir maneviyata sahiptir.” Bu manevî yanının küçük bir misali de şudur. Üstadın kabrinin ortaya çıktığına dair konuşmaların yapıldığı bir sohbette aynen şunları söylemişti: “Üstadın kabri olduğunu söyledikleri yere gittim, baktım Üstad orda yok!” Bu açık sözleri, onun keşfu’l-kubur bir zat olduğunun da açık belgesidir.

Üstadın her zaman birinci muhatabı olmuş Hulusi beyden dinlediğim bir başka hatıra da şöyledir:  Hulusi bey “Bir zaman Risale-i Hamidiyeyi okuyup bitirmiş. (Bir keresinde de büyük bir tefsir okuduğunu söylemişti). Üstadın iltifatlarını almak için, “Üstadım ben Risale-i Hamidiyeyi okuyup bitirdim, demiş”, Üstad: “Kardeşim! Bu odun yığınları, ancak Risale-i Nurun ortaya çıkmasından sonra parlamaya başlamış” diyerek, Risale-i Nurun bu zamanda ne kadar ehemmiyetli ve gerekli bir ders olduğuna işaret etmiştir.

(Üstadın “Odun yığınları” benzetmesini şöyle anlamak gerekir: Odun yığınlarının insanlara fayda vermesi, ısıtması, yiyecekleri pişirmesi için ateşle tutuşturulması gerekir. Aksi takdirde onlardan hiçbir şekilde istifade edilmez. Bunun gibi, İslamî kaynaklar da bu ahir zaman fitnesi içerisinde eski rağbetini kaybetmiş, raflarda odun yığınları gibi değersiz bir konuma sokulmuştur. Bu feci olay ise insanlardaki iman şevkinin ve İslam zevkinin söndürülmesiyle meydana gelmiştir. İşte Risale-i Nur insanların kalbine yeniden iman şuurunu yerleştirip, iman şevkini ve İslam zevkini uyandırmasından sonradır ki bu İslamî kaynaklar yeniden rağbet edilmeye başlamıştır. Ateş odunları tutuşturup istifadeli hale getirdiği gibi, Risale-i Nur da bu asırda  o güzel kaynakların üzerindeki külleri kaldırmış ve içlerindeki parlak hakikat nurlarının yeniden tedavüle çıkmasına zemin hazırlamıştır.)

-Hulusi ağabey, bir gün (şu anda hatırlayamadığım bir eleştirinin söz konusu olması münasebetiyle) şöyle demişti: “Ben elbette ‘lâyuhtî’ değilim. Fakat, ale’l amyâ (körü körüne, rast gele, ulu orta) beni tenkit etmek de kimsenin haddi değildir.”

Hatırladığım kadarıyla, yetmişli yılların ortalarındaydı, Hulusi ağabey Bingöl’deki ılıcalara gelmişti. Bunu haber alan Bingöl’ün merkezinden ve köylerinden gelen yüzlerce insan, onun yanına toplanmıştı. Hatta bir evin odasında iken gelenler elini öpmek istiyordu, o da artık elini çekmeden serbest bırakıyordu. Ancak bir süre sonra gelenler dışarı çıkarken yine elini öpmek için sıraya girmişlerdi. Hiç unutmam –elinin öpülmesini kendi meziyetinden ötürü olmadığını belirtmek ve geleneksel bir adet statüsünde değerlendirmek için “bu el öpme merasimi yine mi başladı!?” deyip işi espriye vurmuştu.

Nihayet ağaçlık olan geniş bir alanda ders yapıldı. Risaleleri ben okuyordum, kendisi de ara sıra açıklıyordu. Ders bittikten sonra dedi ki, “biz bu kardeşimizden rica ediyoruz ki, dersi okurken sesini biraz daha yükseltsin ve bazı bölümleri tekrar tekrar okusun.”  O zaman içimden “tekrar tekrar olursa dinleyenler usanmaz mı ki” diye geçirdim. Baktım hemen elini dizimin üstüne vurup “Kardeşim usandırsa bile!...” dedi. Bu da, Hulusi ağabeyin bazen insanın içinden geçenleri -Allah’ın inayetiyle- okuyup bildiğine dair yaygın kanaati pekiştiren bir olaydır.

-Aynı günde, bir medrese hocası olan –rahmetli- babam Hulusî ağabeye “Üstad  Mehdi mi?” diye bir soru sormuştu. Biraz başını eğip düşündükten sonra “Üstad Mehdinin görevini yapmıştır” diye cevap vermişti. Ve daha sonra “babandan çok büyük haz duyduğunu” söylemişti.

-Şu kısa ama önemli hatırayla konuyu noktalamak istiyorum. Bazı detaylarını unutmuş olabilirim fakat özet olarak bir sohbette şöyle demişti: “Bir gün Fahrettin bey Üstadı ziyaret etmiş, Üstad ona; ‘Sen ve Hulusî mahşerde –inşallah-bir çok kimseye şefaat edeceksiniz’ demiş. Fahrettin bey; ‘Üstadım benim bir kıymetim yoktur. Fakat Hulusî kaç kişiye şefaat edecek diye sormuş, Üstad da; ‘(eliyle de işaret ederek), beş bin, beş bin, beş bin (yani 15 bin) kişiye şefaat edecek’ demiş. Bunu belirttikten sonra  -aklımda kaldığı kadarıyla- ‘Eğer Allah bana böyle bir imkân lütfederse ben ne yapacağımı bilirim” şeklinde bir ifade kullanmıştı. Bu ifadesi o zaman “önceliği Nur hizmetinde bulunanlara vereceği” şeklinde algılanmıştı. Allah bizleri Onun ve onun gibilerin şefaatlerine mazhar eylesin. Âmîn!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum