Hayvanlar hayatımızın neresindeler?

Her yerinde. Etinden sütünden yününden yararlandıklarımız bir yana, farkında olsak da olmasak da, görsek de görmezden gelsek  de, sevsek de sevmesek de onlar hayatlarımızla çok içli dışlılar. Bazıları ile yaşamayı biz seçeriz. Kediler ve kuşlar gibi. Bazıları da bizimle yaşamayı seçer. Sinekler ve karıncalar gibi.

Çatılarımızdadırlar, güvercinler gibi. Saksılarımızın içinde sessizce yaşayıp giderler; solucanlar gibi. Bazıları insana pek perestiş eder; köpekler gibi. Bazısı ise müstağnidir; kediler gibi. Allah onlara da hayat cevheri ile birlikte duygular vermiştir çeşit çeşit. Korkmayı bilirler, hayatlarını muhafaza etmek için. Fedakârlığı bilirler yavruları için. Kendilerince muhakeme yapar, sebep sonuç ilişkisine varırlar. Sorsanız akılları yoktur.  En şaşırtıcı olan sevmeyi bilirler, dostluğu bilirler, vefa bilirler. Hele bir kedinin yumuşak bir minder yerine bir insana sokularak uyumak istemesi ne kadar anlaşılmazdır. Hadi biz insanlar, yaratılışımız ve vazifemiz gereği bütün mevcudatla alâkadarız. Ya bir kedi, bir insanın dostluğunda ne bulur? Ruh ne kadar esrarengiz, nasıl da bilinmeyenlerle doludur..

Herhalde her şeyde olduğu gibi hayvanlara yaklaşımımızın da ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere farklı mertebeleri vardır. İfrat derecesinden Ümit Şimşek ağabeyimiz “İtperestliğin kısa tarihi”nde bahsetti. Yanlış olanın; hayvan sevgisinin insan sevgisine alternatifmiş gibi yaşanması olduğunu anladım bu yazıdan. Bir de insanın, firavunâne kendine tapındırma arayışının, köpeklerin esbabperest fıtratlarını kötüye kullanmakta olduğunu..

Tefrit derecesinde ise hayvan düşmanlığı var. Tamam; insan halife-i arz olabilir. Küre-i arz üzerinde kısmî tasarruf yetkisi olabilir. Ama bu, ona hayvanlara işkence ve itlaf yetkisi vermez. Çok sevdiğim bir kardeşim bana biraz kestane göndermiş, sonra da sıkı sıkı tenbih etmişti: “Aman içindeki kurtçukları dikkatlice ayıkla da yanlışlıkla haşlamayasın zavallıları..” Bazılarının bu kadar rikkatli bir kalp taşımasına karşın, bazıları da sokakta gezen kedi köpeğe tahammül edemeyip o masumları kafasına göre zehirleme yetkisini kendinde görebiliyor. Daha geçenlerde mahallemizde yaşadığımız bir katliamda kedi ve köpekler, gözlerimizin önünde çırpınarak can verdiler. Üstelik içlerinde doğurdu doğuracak, ahbabım olan bir kedi de vardı..Buna sebep olanlar nerede yatacak, bilemiyorum artık..

Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında ise hayvanlarla münasebetin de en güzel örneklerini buluyoruz. O her şeye olduğu gibi hayvanlara da önce Esma-i İlahîyeye âyine olmaları ciheti ile ve kulluk vazifeleri îtibari ile bakıyordu. Ve tabii canlı cansız bütün mahlukâtı ihâta eden engin şefkati ile. Gönlü, ne çamaşır ipine dizilmiş sineklerin kovulmasına razı oluyordu, ne hapishanede mahpusları taciz eden tahtakurularının öldürülmesine. Ne de camide yer tahtalarının aralığından çıkıp ders dinleyen “mübarek hayvan fare”nin kediler kullanılarak ürkütülmesine..Bırakın rahatsız etmeyi, ders sonunda onlara da çay şekeri ikram ederken “bu da onların çayı olsun “ diyordu. Eh bu fareler de iyiliği karşılıksız bırakmıyor, ani baskınlara karşı Üstadın kitaplarını saklamasında işbirliği yapıyorlardı. (bkz. Kastamonu şahitlerinden Çaycı Emin Ağabeyin hatıraları)
Ali İhsan Tola Ağabeyi ve daha başka talebelerini, dağda kendilerini ısıran sivrisinekleri öldürmekten men etmişti.

Hayvanları isimlendirirken aynı zamanda taltif ederdi. Kedisi Abdurrahim idi. Öküz ise “efendi.” Köpeğe “birader” der, gıybetini dahi ettirmezdi. Bir defasında kıyma küpünü kırıp, kıymayı yiyen köpeği, onu cezalandırmak isteyen Molla Resul’e karşı müdafaa etmişti:
"Bu hayvandır, aklı yoktur. Haramı helâli bilmiyor. Hayır ve şerri tanımıyor. Sahibinin kendisini döveceğini de bilmiyor. Elbette açık kapıdan girip, kıymalarınızı yemiş. Bundan dolayı cezaya müstehak mıdır? Sizden soruyorum, elinizi vicdanınıza koyarak cevap verin.  Madem öyledir. Bu hayvanın gıybetini yapmayın ve helâl edin!..”

Eşeğe, çalışkanlığından dolayı “işlek” denmesini isterdi. Her dâim nazarı, alemdeki nihayetsiz hikmeti keşfetmek üzere ayarlı olan Aziz Üstadımız, kara sineği ise nefsine üstad makamına tayin ediyordu: “Madem hiçbir şeye malik değilim ben de hizmetini görmem” diyen nefsine; ‘’Yahu!..Şu sineğe bak!’ diye ders veriyordu: “Gayet küçücük zarif elleriyle, kanatlarını, gözlerini siler, süpürür, her işini görür.Sen de lâakal onun kadar, vücuduna hizmet etmelisin”

Bâtıl bir itikadla dağdaki kertenkeleyi sebepsiz yere öldüren talebesi neye uğradığını bilemeyecekti:
•“Bu hayvan sana taarruz etti mi?
•Elinden bir şey aldı mı?
•O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun?
•Senin mülkünde mi, arazinde mi geziyordu?
•Onu sen mi yarattın?
•Bu hayvanın niçin yaratıldığını,fıtrî vazifesini biliyor musun?
•Bu hayvanı yaratan Hâlık senin öldürmen için mi yaratmış? Sana kim dedi öldür? Bu hayvanların yaratılışında binlerle hikmet var.Bu hikmetler saymakla bitmez. Onu öldürmekle hata etmişsin.”

Rastladığı avcıları vazgeçirir, yoldan çevirirdi. “Tavşanları ve keklikleri vurmayın, diğer hayvanları da incitmeyin”

Erek Dağında kışın kalmak üzere bir oda yapmaya çalışırken, nereyi kazmak istese bir karınca yuvasına rast gelen, bu nedenle kazı faaliyeti Üstad Hazreleri tarafından sürekli durdurulan Molla Hamid Ağabey, çareyi Üstad görmeden işini bitirmekte bulur. Zira “Bir ev yıkıp,bir ev yapmak olur mu” diyordu şefkatli Üstadımız.
O karıncalar ki “cumhuriyetçi” oldukları için çorbanın taneleri ile ödüllendiriliyorlardı.

Yine Hamid Ekinci Ağabey, dağlarda rastladıkları yaban elmaları yemelerine Üstadın “Bizim hissemiz bağlarda ve bahçelerdedir. Bizim rızkımızı Cenab-ı Hak oralarda tayin etmiştir. Bu yabani meyveler, yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine dokunmamamız lâzımdır” diyerek engel olduğunu anlatmıştır.

Abbas Mehmed Kara, Üstadıyla beraber oldukları bir gün kendilerine doğru gelmekte olan koca bir yılan görünce yerden taş alıp  atmak ister. Üstad onu durdurarak “taş vurmak yok” der. “o suya gidiyor, bırak gitsin”

Sevgili Üstadımızın, mahlukâta yöneldiğinde böylesine göz kamaştıran şefkatinin ,eşref-i mahlukât olan insana yöneldiğinde  nasıl tecelli ettiği tasavvur edilebilir mi?
İşte o böyleydi, onlar böyleydi çünkü mensûbu oldukları iman medeniyeti Mesnevi-i Nuriyede dediği gibi “bâtını nur, zâhiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sûreti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.