Hayvan ruhsal acı çekmez

İnsanların aksine hiçbir hayvan ruhsal acı çekmez.
Üzülmez mesela; bağırılsa onuru kırılarak gününü zehir etmez, durup dururken öfke nöbetine tutulmaz, başına gelecekleri düşünerek dehşete düşmez, sinir krizleri geçirmez, kuruntuya kapılmaz, şüphelenmez, ikircikli olmaz, aşkının ihanetini yaşamaz, iftiraya maruz kalmaz, kıskançlığın ateşinde yanmaz, intikam yüreğine işlemez…

Birileri yalnızca konuşan hayvandır diye insanın tanımını yapmaya dursun, rahatlıkla diyebiliriz ki, insanı hayvandan ayıran özelliklerin başında gelir bu sayılanlar.
Acı çeker oluşumuz bize hayvanların üstünde bir konum kazandırır. Acı ve elem insan olmanın bir gerekliliğidir.

Çok öncelerden beridir çeken ve ruhsal gelgitleri olan insanlara kendimi daha yakın gördüğümü ciddi düşünür dururdum. Güleç ve hatta sevecen simalardan çok, bu gibilere neden kendimi daha yakın hissediyorum derdim. Benim ilgimi çeken onların dokunaklı halleri değil, daha çok görünenin gerisinde belli bir düzeylerinin farkına varmamdır elbette. Hüzünlülere, dertlenmiş olanlara, ufka bakanlara, derin derin düşünenlere, muhatabına değer verenlere, dinleyenlere bayılırım. Bu gibiler benim için bir başka değere sahip. Onların yanında dinlenirim, kendimi güvencede görürüm. Bilirim ki acı çeken acı çekenin halinden anlar. Bilirim ki, düşe kalka da olsa, onlar olgunluk yolunda yürümek isteyenlerdir. Bilirim ki, onlardan başkalarına hor bakanları çok nadirdir. Ve bilirim ki, onlar hak yemezler, yalanı ve aldatmayı kullanmazlar, çıkar peşinde koşmayı sevmezler.

Her duygunun dengeli kullanımının dışında olumsuz tarafı var. Mesela; hiç öfkelenmemek çok öfkelenmek kadar bir hastalık, bir eksiklik belirtisidir. Biri ifratsa diğeri tefrittir. Bu duygunun arzu edileni, dengede olanı…

Allah’ın Cemal ve Celal sıfatlarının dengede olduğu bir insanın kimi zaman hiddetlenmesi ve kimi zamansa uysal koyun kadar yumuşak olmasından daha doğal ne olabilir? Her iki ucun zirvesine inip çıkmak demek, belli duyguların azami olarak kullanılması demektir.
Tekdüzelikte bu fırsat yakalanamaz. Olaylara karşı gereğince ya olumlu ya da olumsuz tepki gösteremeyen dünya yolcusunun kendini geliştirebilecek bir imkânı nasıl bulacak? Bir haksızlığın karşısında nasıl suspus kesilebilir insan? “Nemelazım” diyerek toplumun son derece olumsuz keşmekeşliğine ve değişik baskılara ses çıkarmamak, hele içinde en küçük bir acı çekmemek demek, olup bitenlerin her şeyine razı olmak demektir. Dış baskılar karşısında bireyin de kendi yeteneklerini bastırması, susturması ya da başka mecralarda harcamasına çalışması, tartışmasız kısır döngü içinde duygu bazında bir iflasıdır.

İnsan kimi zaman neşeli olmalı kimi zaman da deyim yerindeyse Karadeniz’de gemileri batan birinin görüntüsünü sergileyebilecek kadar hüzünlü… Haksızlığı hiç sevmeyen birinin haksızlık karşısında susması beklenemez. Öz saygısı (izzet-i nefis) yerinde olanın, adi bir adamın iğrenç hakaretine dayanamayıp tepki göstermesi onurlu bir davranış değil de nedir? Tam tersi, böyle birinin hiçbir şey olmamış gibi davranması yumuşaklık adına işlediği doğrularla yüzleşmekten kaçıştır. Nitekim Peygamberimizin de tasdik ettiği meşhur şair Nabiğa b. Ca’d’ın “İçinde şiddet olmayan hilimde hayır yoktur” diye söylediği mısraı şiddetten yoksun yumuşaklığın erdemli insanların takınabileceği bir tavrın olmadığını göstermektedir. Yok, güzel olarak nitelenen yumuşak ahlaklılığı sonuna kadar sürdüreceğim diye birinin ötekinin kahır pençesinde ses çıkarmaması ise, kendine zulmetmesi anlamına gelir.

Şunu hemen belirtmek yerinde olur ki, yetenekler ne denli sınırsızsa sonuçları da o denli sınırsızdır. Yer ve zamana göre yumuşaklığa alışmış bir duygu aniden feveran ettiği gibi şiddete yatkın bir duygu da aniden pamuk kadar yumuşak hale gelebilir. Bu belli duyguların iniş çıkışlarıdır. Bir de kimi insanlar durup dururken Süreyya’da iken seraya, kulenin terasında iken dibine, son derece rahat iken haşin bir dalganın ablukasına düşenler de vardır. Özellikle bu gibiler bu tür halleri yaşadıklarında dehşetli bir moral kırıklığı ile karşılaşır ve bir duygu iflasını yaşadıklarını sanırlar. Üzülürler. Büyük bir günah işlemiş gibi kendilerini bitkin ve tükenmiş olarak görürler. Önlerindeki işlere el uzatamaz hale gelirler. Ruhsal gidip gelmeleri bir tür duygu erozyonu ile eşdeğer sayarlar. Bu yanılgıdır ki, çoğu insanlar melankolinin girdabında can çekişir ve yeteneklerini bir vesvese yüzünden heba edip dururlar.

Ruhsal acılar insanların çokça çekmek zorunda kaldığı, sıradan olanlardan çok düzeyli insanların çektiği acılardır. Zorluklar açısından zirvede olanların peygamberlerin ve sonra onları takip eden kutsilerin olduğu öteden beri bilinmektedir. Dava adamlarının yalnızca karşılaştıkları zorluklardan ötürü değil, zaman zaman içinde bulundukları ruhi acıları nedeniyle çektikleri elemleri de meşhurdur. Bu durum onları tökezletmek değil tam aksine duygu ve yeteneklerinin bulunmaz alıştırmalarıdır. Bunu çok iyi bilen kendini yetiştiren insanlar, bu halleri, yani acıları, sıkıntıları, hatta hastalıkları da altın değerindeki fırsatlar olarak kabul etmişlerdir.

Asrın adamı Bediüzzaman da bu ruhsal acıların yabana atılası acılar olmadığını Kastamonu lahikasında bir talebesine yazdığı ilginç mektubundan anlıyoruz. Anlaşılan bu talebesi günlük yaşantısının içinde ruhsal gelgitlerinin cenderesinde kendini hissetmişti. Bir tür vesvesenin içine girmişti. Hizmeti yürütürken bu ona son derece acı veriyordu. Kalbin ve hayalin aynasında rızasız beliren çirkin, pis ve hatta küfrü ima eden hatıraların, “tasavvur-i küfür küfür olmadığı gibi tahayyül-i şetm de şetim değil” kaidesine göre herhangi bir sorumluluğa sebep olmadığını, tam aksine bu halin bir vesveseden ibaret olduğunu; bunun da önemsenmedikçe zamanla uzaklaşıp gideceğini belirttikten sonra, sözü ruhsal acılara getirir Bediüzzaman.

Ruhsal acılar, Bediüzzaman’a göre, sabır ve gayretin alıştırmasıdır. Ruhsal acı olmadan “havf ve reca” denilen ümit ve korkunun dengesi korunamaz. Yalnız ümit içinde insan kendini çok rahat hisseder; bu zamanla onda bir tembelliğe, bir vurdumduymazlığa, bir sorumsuzluğa ve hatta günü gün etmeye kadar gider. Yalnız korku da sevgisizliğin bir sebebidir. İkisi, yani ümit ile korku art başı gitmelidir insanda. Ne ümitsizliğin batağına ne de aşırı güvenin yanılgısına düşmemektir asıl olan. Bu yüzden ruhsal acıları hoş karşılamak, onları yolda görülen işaretler olarak değerlendirmek gerekir. Aksine tekdüzelikten, monotonluktan kendini kurtaramaz insan. 

İşte Bediüzzaman, bu bağlamda, yine aynı mektubun satırları arasında söyledikleri birçok yaralara merhem niteliktedir: “Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri, Celal ve Cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medar-ı terakki bir düstur-i meşhurdur.”
Mutasavvıflarda da “bast ve kabz”, yani ruhsal rahatlama ve daralma hali terakki sebebidir.  Bir tür iç sıkıntı olan bast-kabz hali yükselmeye aday olan bir yolcunun arayıp bulamadığı haldir. Çünkü yükselmesinin özü bu çilede saklıdır. 

Aşırı rahatlık tembelliğe davetiyedir. “İnsan için ancak çalıştığı var” ayeti de tekdüzeliğin insana sağlayacağı bir şey yok. Bu bedeni ilgilendiren konularda da ruhsal konularda da böyledir. Biraz acı ve zorluk çekmek ise hayatın tuzu ve biberidir.

Gerek bedensel, gerek ruhsal sıkıntılar yolumuz üzerinde olgunluğumuzun olmazsa olmazları.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum