Hayat kurtaran temsiller

İnsan davranışlarını inceleyen bilim dalları, bu davranışların nedenlerini çoğu zaman ‘ortak sebeplerle’ sınıflandırarak açıklama yoluna giderler. Örneğin buna göre, kariyer hırsı kadar süs ve makyaj abartısı da, hız tutkusu ya da başarısız bir öğrencideki aşırı haylazlık da, ağırlıklı olarak, kökenlerindeki ‘kendini gösterme dürtüsünden’ kaynaklanmaktadırlar. Bu ve benzeri sınıflandırmaların, gerek insanı tanımada ve davranışlarını yönlendirmede olsun, gerekse de bir takım sorunlarına çözüm bulma arayışında olsun, bizlere çeşitli faydalar sağladığı açıktır. Zira bu yolla, kökenindeki ‘ortak ana sebebi’ teşhis edilebilmiş nice davranışları sayesinde bireyler; iç âlemleri, hedefleri veya düşünce yapıları hakkında, işin ehline önemli ipuçları sunarlar.

 

Bu metotla ele alındığında, Kur’ân-ı Kerîm’de ahirete inanmayanların dilinden aktarılan ve her çağa ait olan şu soru, soru sahiplerinin düştükleri ‘ortak bir hatayı’ ve daha da önemlisi o hatanın ‘ana sebebini’, gözler önüne serer niteliktedir: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" (1)

 

Kur’ân’da beyan buyrulmuş olunmasıyla dikkatlerimizin çekildiği bu soru, Bediüzzaman Hazretlerine ait “Haşir Risalesi” adlı eserin giriş kısmında bulunan “temsilî hikâyecikte” de, kendi üslubuyla ve Kur’ândan mülhem bir şekilde yer alır. Buna göre, insanoğlunun ahiretle ilgili olarak düşmüş olduğu inkar ve itiraz gibi bir hatanın ‘ana sebebi’, burada  “Padişah kimdir? Tanımam...” şeklindeki soruyla nazarlara sunulmaktadır.

 

Üstelik söz konusu bu temsil, insanların düşüncelerinde ve davranışlarında görülebilen ‘ortak bir hatayı’ gözler önüne sererken; o hatanın -ve de aslında o hatanın değişik versiyonları şeklinde ele alınması gereken daha birçok hatalı davranışın- ‘ana sebebini’ de bir bakıma açığa kavuşturmaktadır. 

 

Şöyle ki, kısaca hatırlayacak olursak o temsili; cennet gibi bir memlekete giden iki arkadaş, geldikleri o memlekette görünürde bir idareci veya sultan olmamasına rağmen, işlerin çok büyük bir nizamla görülmekte olduğunu görürler. Öyle ki, herkes evinin ve dükkanının kapısı açık bir şekilde yaşamakta, her servet ortada durmaktadır...

 

Ama bunu gören o arkadaşlardan biri, insanoğlunun müptelası olduğu bir hatayı işleyerek, her istediğini almaya, dilediğini gasp etmeye başlayınca, diğeri ona mani olmaya çalışacak ve: “Bu memleket ahalisi istihdam ediliyorlar, birer memurlar, sana onun için ilişmiyorlar. Bu mallar mîrî malıdır. ..Padişahın her yerde telefonu ve memurları var, çabuk dehalet et”, diyerek, onu uyaracaktır.

 

Fakat arkadaşı, “yok, bu mallar sahipsizdir. Bu güzel şeylerden uzak durmamı engelleyecek hiç bir sebep yok, (böyle bir sebebi) gözümle görmezsem inanmayacağım” deyip, “feylesofane” çok şeyler de söyleyince, aralarında bir tartışma başlayacaktır böylece...

 

İşte bu tartışma ve dilediğini yapmak isteyen “o sersem arkadaşın” itirazı; hiçbirimize yabancı gelmeyecek ‘ortak bir hatanın’, daha da ötesinde bir hatalar silsilesinin temsili niteliğindedir. Zira bu tartışma, ya nizama uymayı, ya da ‘dilediğince’ yaşamayı tercih eden iki tarafın tartışmasıdır aslında. Ve “Dünya imtihanına” tâbi tutulan her şuur sahibi de, muhakkak bu tartışmanın bir tarafındadır!...

 

Nitekim, ilgili eseri okumaya devam edenler, bu iki tarafın, yani “sersem adam ve emin arkadaşın” mahiyetini de, ayrıntısıyla öğrenebileceklerdir. Buna göre o şahıslar hem “Nefs-i emmâremiz ile kalbimizdir”; hem de, “Felsefe şâkirdleriyle, Kur'an-ı Hakîm tilmizleri” oluşturmaktadırlar o tartışmanın taraflarını... Ya da resmin tamamında, dünya yüzünde Kur’ânın da tarifiyle var olan sadece iki millet arasındaki, “Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriye” arasındaki bir tartışmadır aslında bu.

 

Bir tarafta, hakkı, hayrı ve sabrı tavsiye eden ses; diğer yanda ise, “asıl” vaziyetleri en müdhiş dâlâleti Cenâb-ı Hakk'ı tanımamak” diye tarif edilerek açığa vurulan(2) ve hep kendi çıkarını, kendi keyfini, kuralsızlığı istemeyi telkin eden her türlü duygunun, kişinin, kurumun, düşüncenin, kuralın o malum sesi yani...

 

Öyleyse, bu sesin ‘hayatın içindeki bazı temsilcileri’ hakkında diyebiliriz ki; örneğin doğruluğa karşı her haksız itiraz, hakkı telkin eden anne-babaya yapılan tüm asilikler, meşru kuralları keyfi olarak ihlaller vb.; ayrı birer davranış şekli gibi gözükseler de, bunlar son tahlilde ‘enaniyetli nankörlük’ gibi bir hatadan başka bir şey değillerdir aslında. Daha da ötesi, günah, haram, yasak, ayıp, nizam vb. gibi kavramlar söz konusu olduğunda, “Bırakın şimdi bunları, hayatta önemli olan zevk alabilmek, eğlenebilmektir!.” şeklinde özetlenebilecek anlayışlar dahi, yine bu hatanın başka bir görüntüsünden ibarettirler.

 

İşte Haşir Bahsi bize, o sersem arkadaşın itirazını ve buna bağlı davranışlarını nazara vermekle somutlaştırdığı bu dehşetli hatanın kökeninde yatan asıl sebebin; başta insanın kendi aleminde ve kendi bedeninde olmak üzere, kainat aleminde de görebileceği hadsiz ikramın, ahengin, kudretin ve sanatın asıl Sahibini tanımamak ve ‘bu işlere fazla kafa yormamak’ olduğunu haber vermektedir.

 

Bu sebeptendir ki, söz konusu temsilde dilediği gibi yaşamaya ve her istediğini gasp etmeye çalışan “sersem” de, kendisine yapılan ikaza ve doğruluk telkinine karşı yaptığı itirazda ilk olarak, yukarıdaki ayette zikredilen soruyu kendi lisanıyla sormakla; bir nevi, o hatalı davranışlarının kökenindeki bu ‘ana nedeni’ de itiraf etmektedir...

 

‘Padişah’ı’ Tanımak..

İlk anda belki ilgi kuramasak da, söz konusu temsilî hikayecikte yer alan o itiraz; ahireti izahla ilgili üst düzeyde iddialı ve etkileyici bir eser olan Haşir Bahsi’nde, o mühim izahın kilit noktalarından biri olarak geçmektedir. Ve bu anlamda taşıdığı önemindendir ki, eserin daha giriş kısmında, hem de ilk sayfasında, bir nevi ‘giriş kapısının anahtarı’ konumunda yer almaktadır bu soru.

 

Ve Haşir meselesini anlayabilme çabasıyla ele alınabilecek ilk ve en önemli ‘köken sorulardan’ başlıcası, tam da bu sorudur kanımca.

 

Zira Kur’ân-ı Kerîm’in, bizlere o malum tarafın ahirete ilişkin bir itirazı olarak bildirdiği bu soru; ceza ve mükafata, mutlak adalete ya da yeniden dirilmeye dair inançsızlıktan kaynaklanan tüm hataların kökenindeki ‘ana sebebi’, zaten tüm kesinliğiyle gözler önüne sermektedir.

 

Bundan dolayı, söz konusu ayet-i kerîmeyi, aslında nefs-i Emmâre, Felsefe şâkirdleri ve millet-i küfriye”  olan o ikinci tarafı -şahidi olduğumuz yaşantılarıyla birlikte- göz önünde bulundurarak tekrar okuduğumuzda; ahiretle alakalı bir tartışmada akla gelen ilk izahın, Kur’ân’ın da metodu olduğu üzere “eser-müessir” hakikati üzerine gelmesindeki gerekliliği ve önemi daha iyi görebileceğizdir. Buna bağlı olarak, o ikinci tarafın, bu hakikate gelen ilk ve en önemli itiraz noktasını o eserin Sahibini inkar ve tanımama üzerine kurabilme telaşı da, yine meselenin önemini izah eder niteliktedir aslında.

 

Neylersiniz ki, buna rağmen Kur’ân’daki tabiriyle “...âyetlerimizi inkar ettiler ve dediler ki, «Biz birtakım kemikler ve parçalanmış nesneler olduğumuz vakit mi, biz mi, yeni bir yaratılmış olarak diriltileceğiz?”(3) diye inkar ve itirazda bulunanlar, “gözümle görmezsem inanmayacağım” derekesine inerek, “Padişah kimdir? Tanımam..” acizliğine devam edebilmekteler yine de.

 

Ancak, Kur’ân’da dikkatimizin çekildiği bu soruya yine Kur’ân’ın verdiği cevaplar ise; bir yönüyle, bu konudaki benzer sorulara karşı vereceğimiz cevaplarda, nazarları asıl sevk etmemiz gereken hakikatlere dair üslup ve metot dersleriyle doludurlar. Zira, gerek “Onlar görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, elbette ki onların mislini yaratmaya da kâdirdir.” (4) ayeti ve gerekse de aşağıdaki ayet,  müminler için verdiği daha bir çok dersin yanı sıra, ‘aklını gözüne indiren’ ve böylece gözünün görmediğini aklının da alamamasını kendince ahiretin inkarına delil gösteren zihniyete, bir nevi ‘anlayacakları dilden’ bir izah lütfunda bulunmakta; bu yönüyle de haklarında bir rahmet tecellisi olmaktadır:

 

“Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir? Şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O, her şeye güç yetirendir.” (5)

 

Dahası, tam da “gözlerinin görebildiklerinden misal getirilmekle”, görebildikleri her şeyin göremediklerine birer delil kılınması; tutundukları sözüm ona bu ‘dalı’ kesmekte ve o tartışmayı da, hakikatte asırlarca önce bitirmiş olmaktadır.

 

Haşir meselesine dair itirazda, Kur’ân’ın takip ettiği ve nazarları ‘eser aracılığıyla müessire’ sevk etme diyebileceğimiz bu metot da, yine Haşir Risalesinde örneklendirmelerle takip edilmiştir. “Padişah kimdir? Tanımam...” diyen o ‘sersem arkadaşa’ karşı ‘emin arkadaşının’ vermiş olduğu cevap, tam da bu minval üzeredir yani:

"Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? (6)

 

Ancak şuna da değinmekte yarar var ki, mesele ölümden sonra dirilmeye gelince gözlerin ve aklın sevk edildiği bu deliller; o ‘emin arkadaşın’ tarafında bulunsalar da İbn-i Sîna’nın aksine ‘aklın da bu yolda gitmesine bir kapı arayan’ müminler için dahi hayatdar bir reçete hükmündedirler. Tıpkı Resulullah aleyhisselatü vesselam’a, Ebu Rezin el-Ukaylî (radıyallahu anh) adında birisinin sorduğu rivayet edilen şu soru gibi:

“Ey Allah'ın Resulü, Allah mahlukatı yeniden nasıl diriltir?, Bunun dünyadaki örneği nedir?”

 

Hz. Peygamber aleyhisselatü vesselam’ın soruya vermiş olduğu cevap, yukarıda da geçen Rûm Sûresi 50. ayetinin bir tefsiri olduğu kadar; bir yönüyle, Kur’ân’ın benzer soruları cevaplandırma yolunda telkin ettiği metodun da tatbiki niteliğindedir. Cevabı, adı geçen sahabenin ağzından dinleyelim:

“Sen dedi, hiç kavminin yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşile büründüğü münbit mevsimde uğramadın mı?"

Ben "Elbette!" deyince:

"İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah'ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!" buyurdular." (7) 

 

Bu itibarla, günlük hayatta karşılaştığımız ve aslında ‘enaniyetli nankörlük’ kapsamında değerlendirilebilecek tüm hataların kökeninde olduğu gibi; Hesap Gününe inanmamanın da altında yatan ‘ana sebep’, eserlerindeki hikmetten ve sanattan bîhaber kalınan ezel ve ebed Sultanı’nı (C.C) tanımamaktır kesinlikle.

 

Öyleyse diyebiliriz ki, Haşir Bahsi’nin bu illete karşı Kur’ân’dan ve onun en güzel tebliğcisinden (s.a.s) ilhamen hatırlattığı “bakmak ve görmek” reçetesini tekrar tekrar uygulamanın; ve bu yolda Kur’ândan ilhamen dikkatlerimize sunduğu temsilleri hayatın içinden okuyabilmenin, özellikle de asıl hayata dair “hayatî önemi” bulunmakta...

 

Kaynakça:

1- Yasin Sûresi, 36/78.

2- Sözler, s.59.

3- İsrâ Sûresi, 17/98.

4- İsrâ Sûresi, 17/99.

5- Rum Sûresi 30/50.

6- Sözler, s.49 .

7- Kutub-i Sitte, Kıyametle ilgili meseleler bl., Hadis no: 5054.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.