Hayal gören mi, hayallerini görebilen mi? (2)

İlke şu: İslâm'da sanat, düşünce ve b/ilim, hem birbirinden, hem de hayattan kopuk, apayrı kategoriler değildir: Birinden ötekine geçilebilecek, birbiriyle sıkı sıkıya irtibatlı, aynı yola açılan hakikat yolculuğunun farklı güzergâhlarıdır.


* * *
Hayat, bu dünyadan ibaret değil. Bu dünya hayatı, insanın insan'lığını, bütün varlığı, dolayısıyla hakikati idrak edebilmesi / hatırlaması için şifrelenen tecellîleri / sûretleri tabir etmesi -mânâlandırması- için insana lütfedilen bir ibare'dir.

Sadece dünya değil, insan da bir ibare'dir. İnsanın, kendinde / enfüs'te ve âlemde / âfâk'ta dercedilen bu ibareleri / ibret levhalarını tabir edebilecek istidatta yaratılmasının nedeni, onun emanet'le yükümlü kılınması.

Bu dünya hayatı, insanın 'varoluş' yolculuğunun 'bidayet'idir; nihayet'i değil. İnsanın varoluş yolculuğunda mesafe katedebilmesinin yegâne şartı, hidayete ulaşabilmesi. Hidayet, Rahman'ın, rahmeti gereği, insana lûtfettiği azîm hediyesi.

Bütün bunlar, insanın hayatının bir yolculuk olduğunun ve başka yolculuklara çıkmaya 'hüküm giydiği'nin müşahhas alâmetleri.


* * *
İnsan, sürekli oluş hâli'nde olan bir varlıktır; diğer varlıklar gibi, 'olmuş' bir varlık değil. İnsan, 'arayan' bir varlıktır; 'bulan' bir varlık değil. İnsandan istenen şey, hakikate götürecek yol'u / hidayeti bulabilmesi.

Bunun için, salt kendine ait hülyalarını terk edebilmesi ve Hüda'ya yönelmesi şart. Hüda, insana, hediyesine kavuşabileceği vasıtaları da halketmiş. İnsana düşen, bu vasıtaları keşfedebilmesi.


* * *
İnsan, Yaratıcı değil; yaratılmış bir varlık. İnsanın 'oluş hâlinde' olan bir varlık olması, bu süreçte mesafe katedebilmesi için kendine bahşedilen -nisbî, izafî- 'yaratıcılık' özellikleri olduğunu hatırlatır bize: İnsanın yaratıcılığı, keşf'le gerçekleşir; keşfin yaptığı ve yapabileceği şey, hatırlamaktır.

Hatırlamak, varolmaktır: İnsanın hatırlaması, zâhir ve bâtın'daki ibare'leri tabir edebilme istidadıyla gerçekleşir. Bu istidat, temelde akıl ve hayal vasıtalarıyla hayat bulur.

Akıl, esas itibariyle, dış dünyayı algılar; ama çoklukla yanlış algılar. Çünkü akıl, soyutlayıcı, dolayısıyla indirgeyicidir: 'Gördüğü şey'in, gerçek olduğunu, gerçeğin ta kendisi olduğunu zanneder. Çünkü akıl'ın 'dünya'sı, formlarla sınırlıdır. Bu yüzden insanı da sınırlar ve bir kafese tıkar.


* * *
İnsanın aklın sınırlarını idrak edebilmesi, hayal'i keşfetmesiyle gerçekleşir: Hayal, bâtın'da / iç dünyada yolculuk yaptırır insana. Akıl'ın dünyası, belirli bir dünyadır. Hayal'in dünyası ise belirsizdir; dolayısıyla 'sınırsız'dır.

İnsanın sonsuzluğa açılan kapısının anahtarıdır hayal: Ancak hayalin iki kapısı vardır: Biri, duyu algısı gözü'yle açılan munfasıl / ayrık hayal kapısı. Diğeri de, kalp gözüyle açılan muttasıl / bitişik hayal kapısı.

Yalnızca hayal gören insan, ayrık hayal kapsısından açılır hayalin dünyasına: Ama 'bireysel fanteziler'den ibaret kalır gördükleri. Ayrık hayal dünyasında, hayal edilen varlık, yalnız 'orada' bulunur. O yüzden bu insan, zaman-mekân mesafesini aşamaz; gördüğü hayale ulaşamaz.

Oysa hayallerini de görebilen insanın kapısıdır bitişik hayal dünyası; ve 'orada' hayal edilen varlık, 'burada' da bulunur. Bitişik hayal dünyasında yolculuğa çıkan insan, mülk âlemini / cismânî âlemi aşar, zaman-mekân mesafesinin ötesine geçer, gördüğü hayali 'burada' gerçeğe dönüştürür.


* * *
İki hayal türünün farklı şekillerde tezahür etmesinin nedeni şudur: Kişiye kulluk şiarını benimseten şuur, kişiyi şuur-ötesine, -bütün âlemle, varlıkla ve Yaratıcı ile irtibat hâline- ulaştırır ve kişinin yaşadığı bu vecd tecrübesini bizimle de paylaşmasına, bu tecrübenin bizim hayatımızda da karşılık bulmasına yol açan bir şiir hâli'ne dönüştürür.

İnsanın oluş süreci, kalp gözüyle gördüğü, varlık mertebelerini adım adım tırmanmasının kesbî / beşerî ve vehbî / ilâhî olarak kazandırdığı vecd hâline ulaşmasıyla zirve noktasına ulaşır. Hayallerini görebilen insan, cismânî dünyanın ötesine, rûhânî âleme de açılabildiği için, çıktığı yolculuk, Rahmânî ihsanlarla / hediyelerle taltif edilmesine imkân tanır ve bu hediyelerden bize de tattırır. Böylelikle, diğer insanların ve varlıkların hayatlarına da ruh üfler.

Oysa 'kul' olmayı reddeden ve salt hayal gören insan, kendisini olmuş bir varlık olarak algıladığı için, Yaratıcı'yla da, âlemle de, diğer varlıklarla da irtibat kuramaz: Hayatın merkezine kendisini yerleştirerek, hayatı, kendisiyle, kendi sınırlı yetileriyle sınırlandırdığı için, kendisini kendi 'el'liyle ayartıcı nefsinin, egosunun, hazlarının kafesine hapseder. O yüzden, çoklukla hayaletlerle sonuçlanır yolculuğu.

Bu hayatî meseleyle hemhâl olmayı, Bediüzzaman'ın 'müsbet ibadet' ve 'menfî ibadet' ayırımı ve tasavvuf deryâmızın 'huzur/suzluk' tasavvuru üzerinden sürdüreceğim.

Yeni Şafak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum