‘Harikalar asrındayız’

Başlığa aldığım ifadeyi, çağdaş İslam mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursi, 1920 yayın tarihli Sünuhat isimli eserinde kullanır.

“Harikalar asrındayız” demesinin sebebi, I.Dünya Savaşının çöküş ve yıkılışlarından hemen sonra başlayan, yeni doğuş ve dirilişleri müjdelemek ve geleceğe ümit aşılamaktı.

Siyasetin zihinleri bloke eden işgalinden bugün biraz uzaklaşarak aleme baktığımızda, müsbet ilimler alanında “Harikalar asrındayız” denmeye değer gelişmeler yaşanıyor. Bir kaç asırdır, bilim adına Yaratıcı’yı inkara dayanak yapılan yargılar sorgulanıyor ve hatta alt-üst oluyor.

Söz gelimi, çağdaş İngiliz filozofu Antony Flew, (1923-2010) evrenin yaradılışında ve DNA araştırmalarında bir çeşit “zeka” bulunduğunu seksen yaşından sonra fark etti. Ateist gömleğini çıkardı, bir “Yaratıcı var” dedi. Yaratıcıyı inkar telkin eden görüşleriyle insanları yanılttığı için özür diledi. Hayatın ve eşyanın var olmasında “zeka sahibi bir gücün var olduğunu” itiraf etti. Flew’in dili, İlahi kudreti tarife ancak o kadar yetti. “Zeka sahibi” dediği bu kavramın sahih açılımı, Said Nursi’nin metinlerinde, “ilim, irade ve kudret sahibi”, Kadir-i Mutlak bir yaratıcı olarak geçer.

Pozitivist düşünce, özellikle 19. ve 20. yüzyılda bilginin kaynağını, tevhidî bağlamından koparıp aklın tekeline verdi. Bediüzzaman’da ise, bilgi, Allah’ın isimlerinin tecellisinde saklıdır. Akıl, bilgiyi tanıma ve temyiz aracıdır.

İlmi araştırmalar,  tevhide delil olacak vesileleri üretecek ve ona şahitlik edecekti. Bu görüşünü, Mektubat isimli eserinde daha açık dile getirir. “Akl-ı beşer, hakiki fenn-i  hikmet kütüphanesini  ondan (kainat kitabından) aldı ve ona göre yazdı” der.

Yani beşer aklının ulaştığı bilgiler, yaratıcının, “Kainat kitabına” koyduğu kanunları, fark ve müşahede etmekten ibaretti.

Hatta her bir peygamber mucizesi, Bediüzzaman’ın nazarında, ilmi buluşlara ilham veren öncü göstergelerdir. Her mucize, insanlığa yeni buluşların ip uçlarını verir. İnsana düşen,  “çalış”mak “ve” “bul”maktır.

Arşimed, yoğunluğuna göre “sıvıların kaldırma gücü” olduğunu farketmiş, “buldum” diyerek, milattan üç yüz yıl önce, kainatta var olan bu kanundan ilim dünyasını haberdar etmişti.

“Newton” isminde bir İngiliz, prematüre doğumuyla hayata tutunamasaydı, “yer çekimi” diye bir kanunun varlığını fark etmiş olmayacaktık.

“İnsana, bir kurttan ipeği giydiren, zehirli böcekten  balı yediren” Yaratıcı Kudret, prematüre bir çocuğa  verdiği hayat ve taktığı akıl sayesinde, insanlığı yer çekimi kanunuyla tanıştırdı.

İnsanlığının bilinen tarihinden bu yana  beşer aklı, her an, bilim adına “kainat kitabındaki” kanunları, istidatları ile  arıyor ve buluyor.

Sonsuz sırları ve hikmetleri içinde barındıran “Fenn-i hikmet kütüphanesi”ni, yani  “kainat kitabını” okumasını bilen insan aklı, bu yöndeki keşif yolculuğuna kesintisiz devam ediyor.

İlim dünyası, “tecessüs meyli sayesinde” pozitivizmin dayattığı  varlık- yokluk hakkındaki  algı ve ezberleri alt üst eden yeni bulgulara ulaşmaya başladı.

Son yıllarda Cern deneylerinde Higgs bozonu ile tanıştık. Pozitivistlerin iddia ettiği gibi kainatın maddeden değil, enerjiden (nur)’dan yaratıldığını kabule doğru güçlü bir eğilim başladı.

İlim adamları, Fransız Lavoisier’in 18. yy’da ortaya attığı “Kütlenin Korunumu Kanunu” gereğince, “var, yok olmaz; yok da var olmaz” diyorlardı.

Ne var ki, bazı atom altı parçaların, aynı anda, hem varlık, hem yokluk tecellileri gösterebildiği, araştırmalarda artık gözlemlenir hale geldi. Yani madde aleminde, hem var oluş ve hem de yok oluşların yaşanabildiği  görüldü. “Vardan yok, yoktan da var olmaz” kuralının doğru olmadığı ispatlanabilir hale geldi. Cern deneyi,  “yoktan yaratmayı” akıl dışı ve imkansız (mümteni) görenleri büyük hayal kırıklığına uğratıyor.  Günümüz fiziği, kütlesi olmayan atom altı parçacıkların maddeye dönüştüğünü  gözlemliyor.  Müsbet ilim,  atomu ve içindekileri “yoktan yaratmanın mümkün olduğuna” ilişkin delil, yani “hüccet”lere şahit oluyor.

Çağımızda, bu konularda söyleyecek sözü olanların başında, şüphesiz, Bediüzzaman  Said Nursi vardır.

Laboratuvardaki  “kütle korunumunun”, diğer bir ifade ile Lavosier Kanununun, doğru olmadığını ve bir Yaratıcıyı inkara dayanak gösterilmesini, seksen yıl evvel yazdığı eserlerinde çok açık eleştirmişti.

Risale- i Nur Külliyatı’nın ana omurgasını teşkil eden tevhit, varlık ve yaradılış konularındaki  temel ifadelerinden birisi şudur:

“Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ', hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoku var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı "Yoğu var edemez" diyen adam, yok olmalı! (B.S. Nursi, Lem’alar, sh:316, Söz Basım)

İlim dünyası, şimdi “var’ın yok, yok’un da var” olabildiğini müşahede etmenin heyecan, hayret ve şaşkınlığını yaşıyor.

Hatta bazı ilim adamları, son zamanlarda  atomun içinde, “yok”u “var eden”, “var”ı  da “yok eden”, muktedir  bir güç ve  iradenin, kendileriyle adeta  alay ettiğini söyler hale geldiler.

Ol der ve olur” ayetinde belirtildiği gibi, ilim dünyası, ani ve def’i şekilde, hem varlık, hem yokluk tecellilerini müşahede ediyor.

Varlığın en küçük birimi olan “Atom”da bu haller yaşanırken, kainat geri kalmıyor. Astronomi ilmi, evrenin her an yeni yaratılışlarla, yeni boyutlar kazanarak, büyüyerek ve genişleyerek, artan bir hızla akıp gitmekte olduğunu, tesbit ve  müşahede edip haber veriyor.

Akıl, bir yaratıcıya imana mecbur olduğunu kabul yönünde kaçınılmaz bir ıztırarı (zorunluluğu) yaşıyor. Kısaca akıl, imana mecbur kalıyor.

Halbuki Bediüzzaman, yaklaşık seksen sene evvel, dikkatleri bu gerçeğe çekmiş, ”her bir zerre… Kadir-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder” ve “her zerre, hem hareketinde, hem sükunetinde… bir “İlm-i Muhit Sahibi”nin izin ve emriyle işliyor” diyerek aklı, bir Yaratıcı kudretin varlığını kabule davet etmişti.

Bediüzzaman, tefekküründeki sayısız “tevhit delilleri” ile Laboratuvara sığınan pozitivizmin, “zerre” kalesine tevhit bayrağı dikerek tesadüfçü inkarı tarihe gömdü. Bu yaptığı, Onun nazarında bir “infaz” idi.

Onun içindir ki, “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir” demekte hiçbir sakınca görmedi. Zira yazdığı her şey, “Esma” talimiyle Tevhit tecellilerini gösteriyordu.

Onun dünyasında ferdî, kevnî ve tabiî hiçbir olayda “tesadüf’ün müdahalesine imkan yoktu.” Her şey, “ancak bir Hakîmin kasdı ve bir Muhtarın ihtiyarı ve Semî, Basîr bir Mürîdin iradesinin dâire-i tasarrufunda” idi.

Başka bir ifadeyle “zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumûzu tavazzuh ediyor”du.

Önümüzdeki yıllarda Doğudan, Batıdan, tabiat perestliğin, bakar perestliğin, her türlü pozitivist ve metaryalist kalelerin bir bir çökmekte olduğuna ilişkin haberler gelmeye başlarsa, kimse şaşırmasın. Yukarıda temas ettiğimiz gelişmeler, bunun öncü ve habercisidir.

Demişti ki, Ben rahmet-i İlâhîden ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek.”

Bilim ve “Birlik” hakikati hakkında bir asır önce yazdıklarına ve bilimin ulaşmaya çalıştığı hedeflere bakılırsa, vefatından elli beş sene sonra, mevtinin,  gerçekten “hayatından ziyade  hizmet edeceği” bir  döneme giriliyor.

Van Kalesine doğru yolu düşen olursa, müsbet ilimlerin elimize vermeye başladığı tevhidin “bu bahar hediye”lerinden bir demeti, Horhor Medresesinin kapısına takı”versin. Hem, “ne mutlu size” diye, sizi kutlayacak, hem ruhu şad olacaktır…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum