Hangi vicdan?

Son günlerde bir “vicdan” edebiyatı, aldı başını gidiyor. Nedir şu vicdan denilen şey dedim, açtım lügatları.

Biri : “insanda iyiyi köyüyü atırt eden, iyilikten huzur, kötülükten azap duymasına yol açan, davranışları hakkında âdil bir yargıya iten duygu.” Diyor.

Diğeri, “iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç duygu, ahlâk şuuru.” Diyor.

Bir diğeri, “kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlâk değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç.” Demiş.

Birini daha açtım, onda da, “ insanı kendi davranışları ile ilgili olarak yargılamaya iten yeti; bulunç.” Deniliyor.

Dayanamadım birini daha açtım, o da, “insanın içindeki iyi ile kötüyü ayırdeden duygu. Din, inanç.” Dedikten sonra, bir de, “Hürriyet-i vicdan: dini inançta, din töreni yapmada serbestlik.” Demiş.

İyi gidiyor. Ekranlarda, gazete köşelerinde “vicdan”dan söz edilmesi, vicdanların yargılanması, hatta vicdan hastalıklarından dem vurulması, bütün bunlar hayra alâmet.

Tek tek vicdanlardan değil, millet vicdanından da bahisler açılıyor. Bazıları milletin vicdanı olduklarını iddia ediyor. Elhasılı kafalar, diller iyice karışık, karışık ama, yine de güzel.

Necip Fazıl Bey, Muhasebe şiirinde, “Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası! / Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?” derken yıl, 1947 idi. Aynı yıl, Destan şiirinde, “Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!” derken vicdanların ne hâle geldiğinin, getirildiğinin çarpıcı tablosunu çiziyordu.

İşte size 1947 yılı Türkiyesinden küçük bir tablo:

“1947 senesinin son ayında Afyon'dan Emirdağ'a elektrik teknisyeni kıyafetinde Komiser Abdurrahman Akgül, Hasan Kuşaksız ve Salih Çakırtaş isimlerindeki üç sivil polis memuru gelirler. Bunların görevlerini Emirdağ'da yalnız iki kişi bilmektedir: Emirdağ Kaymakamı ile Jandarma kumandanı. Bu üç polis Bediüzzaman Hazretleri'nin evinin civarında dolaşarak devamlı tarassut altında tutarlar. Evin karşısındaki kahvehanede kâğıt oynarlarken, Bediüzzaman, talebesi Ceylan Çalışkan'ı gönderip onları evine davet eder. “Sizi Bediüzzaman evine davet ediyor.” Diyen Ceylan Çalışkan'a polisler şaşkın şaşkın bakarlar. “Kim bu Bediüzzaman?” diye sorunca da Ceylan Çalışkan tekrar, “Karşıdaki ev Bediüzzaman Said Nursî'ye aittir. Kendisi sizi davet ediyor, sizinle görüşecek.” Der. Bunun üzerine komiser, Hakan Kuşaksız'ı gönderir. O da Bediüzzaman'a elektrik teknisyeni olduklarını söyler.

Bediüzzaman da ona, Risale-i Nurlardaki imanî derslerin, her ferdin kalbinde mânevî bir yasakçı bıraktığını, Nurların mânevî zabıta memuru olduğunu, vatan ve milletin huzur ve âsâyişine hizmet ettiğini anlatır. Sonra bu memurlar, Bediüzzaman Hazretlerinin mânevî atmosferini hissedince şaşkınlık içinde oradan ayrılmak zorunda kalırlar.

Amma birkaç ay sonra, İsparta, Denizli, Aydın, Afyon, Kastamonu ve İnebolu'dan toplanan talebeler de dahil, 54 kişi sorgulamaya alınır. Kışın dondurucu soğuğunda 75 yaşındaki o güzeller güzeli, hasta halinde, talebeleriyle beraber Afyon hapishanesine götürülürler.

Mahkemede hakim, kendisini gözetleyenlerin polis olduklarını nasıl anladığını sorunca Bediüzzaman: Rüyamda gördüm, der.” (Necmeddin Şahiner).

Devletin, eğer vicdanı varsa, ve dahi milletin, onun da irfanı varsa bir muhasebe yapması, dine ve dindarlara reva gördüğü muameleleri yeniden gözden geçirip tövbeler etmesi, mazlum ve mağdurlardan özür dilemesi ve şöyle demesi gerekir:

Tövbe Yarabbi hatâ râhına gittiklerime

Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime

Üstad Hazretlerinin o muhteşem, ibretlerle dolu destani hayatından küçük bir karedir bu daha.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Ey insan, hayvan sayıldığın halde yüksek bir ruh taşıyorsun. Büyük bir istidada mâliksin”.

“Nice nice meyillerin var. Sonsuz emeller sahibisin. Sayısız fikirlerin var.”

“Hudut çizilmemiş şehvet, öfke, akıl kuvvelerin var.”

“Öyle ise, o yüksek ruhunu inbisat ettir, genişlet. İstidatlarını inkişaf ettir, geliştir.”

“Meyillerini tahakkuk ettir, gerçekleştir. Fikirlerini genişletip intizam altına al.”

“Şehvet, öfke, akıl kuvvelerini sınırlandır, düzene sok. Zâhirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını sil, gider.”

“Mukadder olan kemâlâtına, olgunluğuna yetiş. Bütün bunların, ibâdetle olacağını da unutma!”

“Vicdanın, aynı zamanda ruhun dört önemli duygusu olan, dört unsuru vardır. Bunlar: irâde, zihin, hiss ve lâtife-i rabbâniyedir. Bunların da birer gayesi vardır. Onlar da, irâdeninki Allah'a kulluktur; zihninki Allah'ı bilmektir; hissin Allah'ı sevmektir; lâtife-i rabbaniyeninki ise Allah'ı görmektir.”

Kısaca, İnsanın hakiki insan olabilmesi için, “cismaniyetten çıkıp nefsaniyeti terk etmesi, kalbin ve ruhun derece-i hayatına yükselmesi gerekir.”

Bir insanda beşeri yapının üstünde ve ötesinde nefs, kalb, ruh, sır ve daha nice mertebeler var. Bu mertebelerde nefislerini aşamamışların vicdanlarıyla, ruh ufuklarında yükselenlerin vicdanları bir olur mu?

Üstad diyor ki:

“Bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Menfeat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Herkes nefsî nefsî demekle ve milletin menfeatını düşünmemekle, menfeat-ı şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.” Bütün bunları söyleyen bir ruhun vicdânî zenginliğini varın siz düşünün.

Devam ediyor:

“Vicdanın ziyası din ilimleri, aklın nuru medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Ayrıldıkları vakit, birisinden taassup, ikincisinden hile ve şüphe doğar.” Bu ruhun vicdanı ile bu ruhu anlamak istemeyen, anlamayanların vicdanı aynı mı?

Üstad uyarıyor:

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor, o yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.”

“Ben cemiyetin iman selameti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu, Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imânı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

“Bana ızdırap veren, yalnız islamın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içerden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegane ızdrabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selamette olsa!”

İşte millet vicdanı budur. Bu vicdan, milletin kuvve-i gadabiyyesine, kuvve-i şeheviyyesine, kuvve-i akliyesine seslendi. İfrat ve tefritten kurtulun, orta yola gelin, hakiki insan olun dedi.

Risaleler baştan başa bu kurtuluşun yol haritasıdır. Reçetesidir, devasıdır. Ordu, Üniversite, Basın, Sanayi orta yolda buluşmalı. Milletin vicdanına kulak vermeli ve ona uymalı. Önce kendisini hesaba çekmeli.

Başka çare mi var?

Yeni Şafak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.