Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Halka-i hakikatte devrândadır ol mübârek Üstad

Halka-i hakikatte devrândadır ol mübârek Üstad
İçi 'umman-ı vahdette, dışı sahray-ı kesrette' görünür üstad

Zamanı değil, ânı yaşayan "gayet muktedir ve dâhi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen ve gayet cesur ve iktidarlı, metin ve cevval ve şöhretperesliğe tenezzül etmeyen, zâhiren İslamiyet taraftarı ve bir derece iman sahibi bir serâsker olan", dizginleri öteki gaddarların eline verdiğinden,onlardan daha fazla kendini îtaba hedef eden Fevzi Çakmak; 1920'li yılların yeni devletin temellerinin atıldığı ilk döneminde, işgal yıllarında maddiyâtı esir olan İstanbul'un mâneviyatını hür tutmuş, siperde değil cephede bulunmuş Said Nursi'yi Ankara'ya çağırmak fikrini öne atmış, eski Van Valisi Tahsin Bey vasıtasıyla buna muvaffak da olmuştu.

O zaman şartlarında Ankara tam mânası ile bir arayışlar şehriydi. Ankara, dışarıdan maddî ve siyasî destek arıyor; dış merkezler de Ankara'da kendi emelleri için kullanabilecekleri yerler ve insanlar bulmaya çalışıyordu.

Bu milletin çocuğuna isim, mendiline nakış, örtüsüne oya, halısına desen, türküsüne ahenk, şarkısına makam, ilâhisine beste olan Tuna, Volga, Üsküp ve daha nice yerler, yabanilerin sandalyelerine döşek olmuştu.

Bu haliyle memleket Ziya Paşa'nın 

"Eyvah! Bu baziçede bizler yine yandık
Zirâ ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık" beytine masadak olarak, büyük kafaların kulaklarını çınlatıyordu.

İslam ordusunun Yunan'a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, bu içine girmek ve zehirlemek için çalıştığını gören Üstad, milletin son ümit olarak gördüğü meclisin açılışına yetişememişti ama işleyişine baktığında, meclisin münezzeh mânâsına, mülevves fikirlerin karıştığını sezmişti. Sanki Tabiat Risalesi meclistekilerin bazıları için yazılmıştı. Büyük başların gafil kafalarına "İslâm düşmanları arasında isim yapmak için İslam'ı tahrip edecek hareketlerde bulunmak, hem vatana, millete hem de İslâm âlemine büyük zarar verir." nasihatında;  meclise de "Şu inkılâb-ı âzimin temel taşlarını sağlam atmak ve mâna-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmek" hitabında bulunan Said Nursi; hadislerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görmüştü. O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'an'ın nurları ile mukabele edilebileceği tavsiyesine uyarak, teşrik-i mesâi ve makam tekliflerini de reddederek, hayat-ı içtimaiyeden uzak bir yer olan Erek Dağı eteğinde Zernebad Suyu başındaki bir mağarayı medreseye tebdil etmişti.

O dönemde, şahsına münhasır kalan ve isminden dolayı belki de kasıtlı olarak Said Nursi ile de karıştırılan bir menfi hadiseden sonra, birçokları gibi Said Nursi de nefyediliyordu. Halbuki Said Nursi isyancılara "Türk milleti asırlardan beri İslamiyet'in bayraktarlığını yapmıştır, çok veliler yetiştirmiş, çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. En büyük düşmanımız olan cehâlete karşı, Kur'an ve İman hakikatleriyle cihat etmeliyiz ve cehaleti ortadan kaldırmalıyız. Din dâhilde menfîce istimal edilmez." demişti.

Fakat emir kesindi.
"Hürriyete âşık, rehberi Kur'an
Sulhta hoca, savaşta kahraman" olan Said Nursi, birkaç kişiden müteşekkil bir askerî birlik tarafından medreseye çevirdiği mekânından alınmıştı.

"Bir vehm ile nefyettiler yurdundan 
Tilmizler mahzun, firak derdinden 
Yollara döküldü, beyler adından 
Vermeyelim seni,destur! Dediler."

Said Nursi kabul etmedi. Belki de kaderin bir mahkûmu ve vazifedârı olarak 

"Huzuru isteyen, fitneye düşman 
Sine-i millete, olmakta revan" mânâsına mâsadak olarak 

"Trabzon-istanbul ve Antalya'dan 
İlk mekânı şehr-i Burdur" kapısı ile imanının selâmeti için çalıştığı milletinin sinesine giriş yapıyordu.

Said Nursi'yi orada sanki bekleyenler vardı. Bunlardan biri de şehyliği bırakıp Üstada talebe olan, orada telif edilen Nurun İlk Kapısının da katipliğini yapacak olan, istikamet şehidi Binbaşı Asım Bey'i de Nurlarla buluşturan Nasuhizâde Şeyh Mehmet Efendiydi.

Bu hamiyetli ve gayretli zat
"Halka-i hakikatte devrândadır ol mübârek Üstad" dizesiyle başlayan 
"Mest-i müstağrak olup hayrettedir, ol mübârek Üstad 
Mübârek Kuranın dellalısın dediler âna 
Sözleri cândır, onu tutmayan ruhsuzdur hemân
Bütün söylediği nur-u hikmettir ânın" mısralarıyla devam eden bir tulûâtını, Üstada arz etmişti.
 
Bu tulûâtıntın devamında ise Üstada
 
"Kalbim içre feyz-i nurun görmüşem hemen
İçi 'umman-ı vahdette, dışı sahray-ı kesrette' görünür Üstad" diye sesleniyordu.

Geçenlerde aşk, muhabbet, hizmet, ittika insanı olan ve  Nurları okumada sath-i nazarı aşarak, bizlere de yol gösteren Şener Dilek abinin dersini dinlerken, kendisinin de mazhar olduğu  "İçi umman-ı vahdette, dışı sahray-ı kesrette" kısmını tekrâren dile getirdiğini gördüm. Eskilerin 'kalbi yârda, eli kârda' şeklinde ifade ettikleri bu cümle, notlarımın arasında varmış ama unutmuşum.

Bugünlerde "Bir laf edene bakarım, 'adam mı' diye, bir de lafa bakarım 'laf mı' diye kabilinden, bir (Aymaz)oğlunun, Üstad ile ilgili tam da "üslub-u insan, aynı ile beyân" olan ifadelerini okuyunca, yukarıdaki tulûâtta geçen "içi umman-ı vahdette, dışı sahray-ı kesrette görünür üstad" mısrası aklıma geldi. 

Üstadı diğer alimlerden ayıran en önemli özelliklerden biri de menfiyi göstermeden müsbeti savunması olduğunu da göz önünde tutarak, eli kalem tutan bir kemter muhibbi olarak bir iki cümle etmeden duramazdım.

Bâki  hakikatler, fâni şahıslar üzerine bina edilmez elbette. Said Nursi de bir fânidir. Şahsı ile uğraşılmasını da bir nimet sayar. Eserlerinde bir kusur bulamayanlar, şahsını çürütmek için çok uğraşmışlardır. Bu onu itibarsızlaştırmak için biraz da çaresizlikten tutulan bir yoldur. Ama o, zaten peşinen kendisini "tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk" olarak, "Dert benimdir, devâ Kur'an'ındır." ilticasında  bir talebe-i Kur'an, üzüm salkımları manasında gördüğü güzelliklerin sahibi olmayan bir 'kuru çubuk' hükümde gördüğünden, onu çürütmeye çalışanlar, yine onun maksadına hizmet etmişlerdir. 

Said Nursi, ehl-i dünyanın ayıplı ve kusurlu nefsine olan hücum ve tazyiklerini zaten helâl ediyor. Onları, ıslâh-ı hâline medar ve günahlarına kefaret olarak görüyordu.İmana ve Kur'an'a hizmetkârlık cihetiyle olan hücumları ise, Aziz-i Cebbara havale ediyordu.

Fakat;
"Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin
Havuz tehi, bülbül hamuş,gülistan harap" olduğundan nesl-i âtinin gayretli bir misafiri, bu hücum ve ithamlara denk geldiğinde; ehl-i vicdanı sızlatacak, ehl-i aklı ise çıldırtacak derecede mesnetsiz, âdice ve tehi bu cümle görünümdeki herzelere cevap verecek biri çıkmadı mı deyip sallayacağı tükrüğüne hedef olmamak için, birkaç cümlecik yazmak icab eder diye düşündüm.

İngiliz müstemlekat nâzırının "Bu Kur'an, Müslümanların elinde oldukça onlara hâkim olamayız" haberi üzerine "Ben de Kur'an'ın sönmez ve sondürülemez bir nur olduğunu dünyaya ilân ve ispat edeceğim" diyerek yola çikan; ve bunu ispat eden eserinin başına da

"Ellde Kur'an gibi bir mucize-î bâki varken,başka bürhan aramak aklıma zait görünür.
Elde Kur'an gibi bir burhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mı gelir" diye yazıp  "Dert benimdir, devâ Kur'an'ındır." diye de ilâve eden bir Kur'an talebesinin eserleri için, 'parelel Kur'an' demeye, sönmemiş hangi vicdan, bitmemiş hangi akıl müsaade eder? 

Kur'an'ın etrafındaki bütün surların yıkıldığı ve Kur'an'a hücumun dehşete dönüştüğü bir dönemde, 'haddinin fevkinde gördüğü' i'caz-ı Kur'an'ı beyan vazifesini; para nedir bilmez, dünya nedir, gözüne görünmez bir tarzda; geceleri rüyada gündüzleri hayalde, başkalarının günahlarına ağlayarak memleket insanlarının imanını muhafazayı gaye edinen ve Kur'an'ın bildirdiği bir iman hakikatinin anlaşılması için "Bütün dünya bana verilse, bilâtereddüt fedaya hazırım." diye ilan eden bir dellal-ı Kur'an, böyle bir hezeyanla tavsif edilebilir mi?

"Madem Kuran'ı hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her âdapta rehberimizdir" diyerek
"Kur'an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesidir" cümlesi ile başlayan ve Asr-ı Saadetten sonra, Kur'an'a emsâli görülmemiş bir tefsir ve tarif getiren zatın eserleri, parelel Kur'an olur mu?

"Davası marifet, talebi irfan
Gözünde ne mevki,nâm ü şan
Yıldızdan da gelse alınmaz ilhsan
Böylesi cür'ete kusur dediler."

Bu şiir, Üstadın cür'etini de kusurunu da ortaya koymuyor mu? Dinden, îma ve telmih yoluyla dahi bahis  açmanın yasaklandığı o kara ve karanlık günlerde, elinde içinde iki üç tane çay bardağı, bir demlik, biraz çay ve seker, elmas mahiyetindeki eserleri görünmesin diye de üstüne konulmuş biraz kömür olan "Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki güneşten daha parlak, cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir." diyerek düşenleri kaldırmak için yollara düşen, nefyedildiği her yere medrese şubesi açar gibi giden bir hakikat erine, her yere görevli gitmiş diye çamur atan, acaba kendi karanlık görevinin aynasına bakmış olmasın mı?

İki minare yüksekliğindeki Van Kalesinden ayağı kayıp düşeceği bir anda "davam" diye bağıran ve açık inayet ile birkaç metre aşağıdaki menfeze atılan ve yaşadığı üç devirde de "Hakkın hâtırı âlidir, hiçbir hâtıra feda edilmez."i düstur ederek, hakikat-i Kur'an ve sünneti peygamberin hatırını her zemin ve zamanda âli tutan bir insanı, devre ve zamana göre şekil alabilen 'eyvallahcı' aklın hafsalası alabilir mi?

Evet, o gücünü acz ve fakr tezkeresi ile sığındığı Rabbinden alıyordu. "Dünya ile ilgili ecelimden başka alakam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Şerefimi düşüneceğim yok. Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyevîyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet." Bu cümlelerde bir güç gösterisi mi var.
Ya da hayatının hangi safatında gücü elinde bulundurmuş.

İstanbul Boğazı'nda Yuşa tepesinde dünyayı terke karar verdiği bir dönemde, bir kısım dostlarının bir sürü dünyevî teklifle gelip onu dünyaya çağırdıkları vakit:

"Beni dünyaya çağırma, ona geldim fenâ gördüm Bütün eşya-yı mevcudat birer fâni muzır gördüm" diyerek görevli olduğu Darül Hikmet-ül İslâmiye'den aldığı maaşın tümüne yakınını kitap basarak dağıtan bir zatın elinde nasıl bir güç olabilir?

Evet onun bir gücü vardı ki o güç, ona tehditler, tazyikler, hücumlar, tehlikeler, hatta câzip teklifler karşısında gerilemeyen, durmayan, yılmayan, hedefine doğru yürümekten bir nefes bile geri kalmayan bir irade veriyordu. Bu gücü ise, oturdukları koltuklardan nefsâni hitap sahipleri, elbette hem anlayamazdı hem de hakkıyla haberdar olamazlardı. Bunu da bu tip hezâyanlarla gösteriyorlardı zaten.

"İki günde beş kuruşluk ekmek bana kafi gelir, bir ekmeyi on beş günde bitirebiliyorum." diyordu Said Nursi. Böyle bir Said Nursi, hürriyetini ise ekmeğinden de aziz tutuyordu. Onun için de Denizli  hapsinden sonra mecburî geldiği Emirdağ'ında kendisine reva görülen muamele ve tarassuttan kurtulmak adına, Denizli'deki talebelerine "Bir vukuat yapın da beni tekrar Denizli hapsine alsınlar." diye de mektup yazmak zorunda kalmıştı. Herhalde böyle bir gaddar hükümetin en rahat yeri, hapishane olsa gerektir, diye düşünmüştü. Böyle bir zatı itham için bir 'güç sarhoşu' demesi için, bir insanın biraz hayasız olması gerekir herhalde. 

Said Nursi, cifir ve ebcedin de içinde geçtiği eserini, esaretten döndükten sonra değil, döndükten on yedi sene sonra, yüz yirmi talebesi ile getirildiği ve îdam talebi ile yargılandığı Eskişehir Hapishanesindeki talebelerini teselli için yazmıştı.Yaptığı da tefsir değil, bir tevildi. Tevil ise caizdi ve yapılabilirdi. Onun birçok örnekleri de vardı. Bu hususî bir kanaatti ve buna itiraz ayrı bir cehalet ve hadbilmezlikti.

Sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz'i olmayan ve umum işâratıyla ve eczasıyla ayn-ı şuur olan ve fuzulî, lüzumsuz hiçbir maddesi olmayan ve " yaş ve kuru ne varsa içinde yer alan" KUR'AN-I HAKÎM'in bu asrın mânevî bir elektriği hükmündeki Risale-i Nurlara sarahaten olmasa bile işareten, iphamen, ihtar ya da remz yoluyla elbetteki bir bahsi, bir işareti olacaktır.

Necmeddin-i Kübra gibi birçok büyük İslâm velilerinin aynı türde eserleri de vardı. Hatta Kur'an-ı Hakîmin harf harf tefsirini yapan ve Ondan  birçok gaybi işaretler çıkaran tefsirlere de bakılabilirdi. 

Said Nursi Denizli Mahkemesi'nde iken tayin edilen bilirkişilerden Akif'in "Acırım tükrüğe billahi tükürsem yüzüne " dediği cinsten, sonrasında feci bir ölümle dünyanın temizlendiği kendi necis,  ismi Tahir birisini bile affetmiştir. Ama bu denli hadbilmez, çarpık ve necis cümleler sahibini affeder mi bilemem. Bu cürüm, nasıl bir özürle, taharetle biter ve gider tahmin edemiyorum.

Şeyhülislam Zenbilli'nin Kanunî'nin İstanbul'a kırk çeşme sularını getirdiği vakit, Kanunî'ye "Avrupa'dan getirdiğin hilaf-ı Şeriat kanunlarla İstanbul'a öyle bir necaset bıraktın ki o getirdiğin suların cümlesi üzerine akıp geçse, yüz senede temizleyemez" dediği gibi bu haza iftira olan cümlelerin, hangi sularla temizlenebileceğini anlatmaya gücüm yetmiyor.

Evet dostlar, kalbim elimi, elim kalemi götürdü bu yazı ortaya çıktı. Eksik ve kusurları ile sizlerin hissiyatlarına belki tercüman olamadık. Fakat sessiz de duramazdık.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum