Günümüzü mayalayan mana sultanları: Mevlana Halid ve Bediüzzaman

Bediüzzaman Hazretleri gençliğinde bazı kaderi sebeplerle giyemediği cübbeyi, yıllar sonra yine kaderi sebeplerle Mevlana Halid’den hediye aldığını anlatır. Yaşı henüz 14’dür. O yaşta bir gence sarık sarmak, cübbe giydirmek uygun görülmez. Üstelik hocaları ona ya teslim ya da rakiptirler. Yıllar sonra Küçük Aşık Mehmet Efendinin torunları vasıtasıyla Halidi Bağdadi Hazretlerinin cübbesi kendisine ulaştığında;

"O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip, veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliyâyı azimeden dört-beş zatın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bu günlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğine bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum. “ demiştir.

Ümmetin imamlık cübbesi, tecditin ruhunu bulundukları asra veren bu iki müceddidin, zamanlar üstü giydikleri ortak vazifenin adıdır. İnsanlık vadisindeki son üç asrın kaynağından, Kur’an tohumlarını Bağdat’tan Anadolu’ya serpen, ilim ve irfanın birbirini besledikleri Cadde-i Kübra'daki ümmet imamları.

Son üç asrın, imamlığın ve veraseti nebinin cübbesidir bu.

Ümmetin bu iki imamını buluşturan ve birbirine tarihin mektubunu emanet eder gibi devredilen ortak emanettir . Mevlana Halidi Bağdadi’den Bediüzzaman Said Nursi’ye ulaşan mektup, ümmetin temsil makamıdır.

Me’haz, menba ve mertebeleri aynı silsileden gelen bu iki muhterem, mualla zatın, mecra ve metotları ise asırların bedenine göre dikilen libaslardır adeta. Niyet, kumaş ve tasavvur ile aynı olmuştur.

Evet, hakikatin ruhu asırlara göre beden arar. Beden geçici, ruh ise daimidir. Demek ki değişkenlik  libaslara aittir, Esas’a ait değildir.

Mevlana Halidi Bağdadi ve Bediüzzaman Said Nursi... İstikballeri mana aleminin mazisinde birleşen o nurani silsilenin, bir asırlık farkla iki halkasıdır. Şah-ı Nakşibendi, Abdülkadir-i Geylani ve İmam-ı Rabbani’den dest-i hikmetle alınan dersler ve kabuller buluşturmuştur mana sultanlarını.

Bu müşahedeyi dest-i gaybi ile bize haber veren Bediüzzaman’dır. Silsilenin kendi tabiriyle “üstadım” dediği zatlarından kendi çağının tecdit şifrelerini almıştır. Ve kendi Ferit makamından sırren tenevveret ve ilim ile, imanın tevhit iklimini tefekkürle nazara vermiştir.

Tecdidin halef ve selefi olan bu müstesna zatların kronolojik hayatlarına bakıldığında, bir çok noktadaki seyirlerinin, kırılma yaşayan dönemlerinin ve hayatlarını tecdide hazırlayan tasarruf, ihya ve inşa sistemlerinin yüz yıl ara ile birbirini köprüledikleri görülmektedir.

Doğumlarından vefatlarına, mücadeleleri ve yaşadıkları devirlerin tavırlarına kadar aynı akıbet ve muamelenin iki temsilidirler. Yüzyıl ara ile aynı periyodun değişen ve dönüşen noktalarında, birbirlerinin kilometre taşı ve dönemlerinin nirengisi olmuşlardır. Abdülkadir Badıllı Ağabeyin incelemesinde neredeyse bir asır farkla aynı tarih ve aynı yönelişleri okumanız mümkündür. Birbirinin simetrisi iki hayat ya da aynı kök ve dalların, meyve farklarıyla çağlara yansıması...

saidnursi_halid_afis1.jpgRisale-i Nur’un tasavvufu, Mevlana Halidi’nin tefekkürü, Mevlana Halidi’nin tefekkürü ise Risale-i Nur’un tasavvufudur adeta.

Halidiliğin tasavvufi derinliği, Anadolu sathında irfani geleneğin terbiyesini ve ruhunu yansıtmış, kapalı dönemlerde; bu tohumlar kurumaya yüz tutmuşken köksüz ağaçlara ve savrulan yapraklara yeniden kök ve çekirdek olmuştur. Asrımızda ise Risale-i Nur,  bu irfani geleneği, bu çekirdeğin tasavvuf meyvesini, ilim ve tefekkürle birlikte, modernizmin, materyalizmin ve felsefenin pozitivist dayatmaları karşısında imani tahkiki ile beslemiştir. Tekke ile medrese kol kola olmuştur.

Hem Halidilik ve hem de Nurculukta, tasavvuf ile tefekkür, irfan ile ilim birbirinin hukukunu koruyarak inkişaf etmişlerdir. Mektepler de, ancak bu iki zeminden alacakları feyz ve huşu ile mananın tamamlayan parçaları olabilirler. Aksi halde, parçalar eksik kalır.

Şimdi tekke ile medresenin yeniden kucaklaşacağı bir süreçteyiz. Mektebin, medrese ile tanışıp kıymetini takdir etmesi ve medresenin de mektebi kabullenmesi sürecinde… Bu da Mevlana Halidi Bağdadi ile Bediüzzaman Said Nursi’nin ortaklık hukuku ve manevi veraset ile gelen birlik kimyalarının, tekke ile medreseyi mezc ettirmesiyle mümkün olacaktır.

Bediüzzaman, Osmanlı irfanından mahrum, modern zaman mekteplerinin eğitimi ile algılanması mümkün olmayan  bir şahsiyettir. Cumhuriyet dönemindeki sinsi plan ile dışlanmaya, değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Bu sinsi plan maalesef aydınlarımızı  etkilemiş ve Risaleyi okuyup, Bediüzzaman’ı  tanımalarına engel olmuştur. Fakat mümin halk, bu irfani, vicdani, ilmi geleneği, Halidi hazretlerinden, Bediüzzaman hazretlerine uzanan yolu ve yolculuğu asla bırakmamıştır.

Eğer Hakkari emanetin sahipleri Mevlana Halid ve halefi Bediüzzaman ile taçlanabilseydi, Roboski’yi yaşamayacaktı. Uludure faciası ve onu doğuran ırkçı illet de olmayacaktı. Bağdat’la Ankara’nın birbirlerini anlamakta bu kadar gecikmesi, dışişleri bakanlarının ifadeleriyle “zaman kaybetmeleri”, Mevlana Halid ile Bediüzzaman’ı buluşturan ruhu ve yolu idrak edememiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Sonuç olarak; yalnızca manevi devir teslim değil, aynı zamanda maddi ve kozmik olan emanetleri de birbirine aktaran gaybi el ve buna vasıta olan kaderin, tevafuk, takdir mercii elbette ilahi kudrettir.

Bunun idraki ile bu manevi buluşmanın zeminini ve muhataplarını doğru anlamak, bu görev devriyle başlayan yeni çağı ve yeni süreçleri idrak edip, birleştirici vasfı fark etmek, manevi halkaların devam eden silsilesine dahil eder.

Mana ruhunu resmetsin aleme! Alem bu iki zata emanetken, onların mısraları da ortak. Öyleyse ortakları da ortak bir havuzun kevseri manaları olarak ayrı çeşmelerde aksalar da, bu zamanın ve zeminin farkıdır sadece.

Geçmişten günümüze gelmek gibi meşakkatli bir yolda, tarihin ve hakikatin derin, uzak mesafesinden su getirmek de mümkündür, günümüzden geriye doğru güncel ihtiyaçlarımız ve taleplerimiz ile çözümler üzerinden maziye gitmek de… Tarihten referans bulmak, hakikatin kalbine, asrı saadete doğru gitmek çözüme daha yakındır.

Bu benzetme neden peki? Kendi aynamıza yanlış görüntüler yerleştirmeden, bugünü besleyen dünden destek alarak bakmak, yol almak içindir.

Çağın Risalesi, kendi çağını önceki zatların selefi olma sorumluluğu ile hareket ettirmektedir. Bu süreç Risale üzerinden düşünmenin ve geçmişle geleceği buluşturmanın vaktinin geldiğini söylüyor.

Mevlevinin Halidi, Halidinin nurcu olduğu bir inkişaf alanında, nurcunun aklın mesnevisi ile sevgiyi aşka, aşkı maşukuna ilahi bir rabıta olarak gören şuurla buluşmanın Kur’ani zemini inşa olmaktadır.

Tıpkı Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri ile Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini buluşturan çağların beraberliği ve ahiri gibi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum