Gönenli Mehmet Efendinin mahkemede Said Nursi hakkında verdiği ifade

Gönenli Mehmet Efendinin mahkemede Said Nursi hakkında verdiği ifade

Yıl 1942 veya 1943. Denizli’de, köylülerin çantalarında Risâle-i Nûrlar yakalanıyor. Gönenli Hoca’nın da çantasında yakalanıyor. Ve Gönenli Hoca’yı da, köylüleri de tutukluyorlar.

Gönlü Rabbine bağlı ve O’nun adına yeryüzünde iş gören kullarda farklı bir enerji ortaya çıkar ki o kullar bu Rabbânî enerji sayesinde, değil insanları, vahşi hayvanları bile tesirleri altına alırlar. “Kim Rabbine güvenip dayanır ise O ona yeter” (Talâk 65/3) ilâhî fermanı açıktır. Elverir ki, bu ilâhî fermana tam mânâsıyla inanılsın ve o güvenle yola çıkılsın.

ÇANTALARINDA RİSALE-İ NURLAR İLE YAKALANDILAR

“Yıl 1942 veya 1943. Denizli’de, köylülerin çantalarında Risâle-i Nûrlar yakalanıyor. Gönenli Hoca’nın da çantasında yakalanıyor. Ve Gönenli Hoca’yı da, köylüleri de tutukluyorlar.

Mahkemede, duruşma anında, tabii Said-i Nursî de orada. Köylüler, korkularından dolayı:
“Hâkim bey, bizim bu işten haberimiz yoktur. Bu kitapları çantamıza kim koymuşsa koymuş, biz bu işten haberdar değiliz!” diye ifâde verince, Said-i Nursî epey üzülmüş bu duruma tabii.

“BENİ İDAMLIKLARIN, CANİLERİN, KATİLLERİN KOĞUŞUNA VERİN”

Sonra sıra Gönenli Mehmet Efendiye gelince, hâkime:
“Hâkim bey! Ben Said-i Nursî’yi büyük bir İslâm âlimi olarak bilir, sever ve sayarım. Risâlelerini okuyup istifâde etmek için aldım ve çok da faydalandım. Daha önceleri sadece ismini, resmini ve eserlerini biliyordum. Şimdi burada kendisini de görmüş olmaktan dolayı fevkalâde bahtiyarım…” diyor. Bunun üzerine, Gönenli hocaefendiye mahkûmiyet vermişler. Hapishanenin iyi niyetli müdürü:

“Hocam, sizi hangi koğuşa vereyim?” diye soruyor.
Gönenli Hoca da:
“Beni, idamlıkların, cânilerin, katillerin koğuşuna verin!” diyor.

“Hocam, bir yanlışınız olmasın?”
“Hayır”, diyor Gönenli, “siz benim dediğimi yapın! Onların koğuşuna verin!”
“Peki, hocam” diyor müdür, “madem böyle istiyorsunuz, öyle olsun!” ve Gönenli Hoca’yı katiller koğuşûna gönderiyor.

LÜTFUN DA HOŞ KAHRIN DA HOŞ

Gönenli Hoca sonrasını şöyle anlatır:
“Koğuş, böyle ince ve uzun bir salon. Gardiyanın beni içeri sokmasıyla, şak diye kapıyı kapatması bir oldu. Kapı şak diye kapanınca, bütün azılı mahkûmlar, ellerinde şakşak tesbihleriyle bana doğru gelmeye başladılar. Sonradan öğrendim, hapishaneye düşen ve koğuşa giren her yeni mahkûmu, ya kendi isteğiyle kuzu kuzu, ya da zorla şerle, sille tokat soyar soğana çevirirler, evire çevire döverler ve sindirirlermiş.

Şimdi onlar, bana doğru hiç de güzel olmayan niyetlerle gelmeye başlayınca, hızla oradaki en yakın ranzaya gidip şöyle hafif çömelerek, sağ elimi kulağıma attım ve: “Lutfun da hooş, kahrın da hoş!” diye başladım ben ilâhiye. Ben ilâhiye başladığım zaman, katiller, elleri havada, hiç kımıldamadan, âdeta oldukları yerlere çakıldılar kaldılar.

Koğuşun sağında ve solunda altlı üstlü ranzalar var. Bir ranza da tam karşıda… O ranza, koğuş ağasının ve en yakın yardımcısının ranzasıymış. Yani tahtları!

Ben ilâhimi bitirince, baktım, koğuş ağası bir işaret verdi etrafındakilere. Bir kaş göz işaretiyle, iki kişi geldi ve beni kollarımdan tutarak havaya kaldırdılar ve hızla o karşıdaki ranzanın üst katına ağanın tahtına oturttular.

Ondan sonra, başlarında koğuş ağası, hep birlikte geldiler ve şöyle ranzaya yakın bir yerde durdular. Koğuş ağası, bana:

“Hocam!”, dedi, “Ben bu hapishanenin ağasıyım. Ben ne der, ne istersem o olur, burada. Şu andan iti­baren benim akıl-fikir hocam sensin. Bundan sonra, sen ne der­sen o olacak burada!”

Şöyle bir baktım kalabalığa. Hepsi de feleğin çemberinde çalkalanmış, kaza-kader köprülerinden aşağılara yuvarlanmış, dertleri zevk, belâyı şevk edinmiş, cemiyet ve sistem kurbanla­rı… Yirmi iki-yirmi üç yaşlarında bir babayiğit koğuş ağası. Şöyle baktım baktım:

“Peki oğlum, hepimiz birer abdest alalım ve na­mazla başlayalım öyleyse!” dedim.

O andan itibaren, elhamdülillâh namaza başladık, başlattık ama bunun böyle koğuş ağası zoruyla olmayacağını bildiğim için, ders vermeye başladım ben. Ders yapıyoruz artık, yazılı ve sözlü ders. Okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğrettim Osmanlıca olarak. Küçük küçük kitapçıklar, ilmihaller meydana getir­dik orada. Birçoğu zevkle, şevkle bir şeyler okudular, öğrendi­ler elhamdülillâh.

Ondan sonra, onların pek çokları, yüce Mevlâ’nın izn ü keremiyle hapislerden, idamlardan kurtuldular da, Denizli civarındaki köylerin imamları oldular.”[1]

HER KADERİN ÜSTÜNDE BİR KADER VARDIR

“Her kaderin üstünde bir kader vardır.” denilir ya, işte herkesin bir hesabı, Rabbülâlemîn olan Mevlâ’nın da bir hesabı vardır. O’nun hesabı karşısında hiçbir hesap ve kitap tutmaz. O, kendine dost olanların yâr ve yardımcısıdır. İlâhî maiyyet (beraberlik) sırrından nasip alanlar hiçbir zaman mağlub olmazlar. Zâhiren mağlub görünseler bile sonuç itibarıyla kazanacak olanlar onlardır.

“Kim muttaki olursa (yani ilahî sınırlar içinde kalmak suretiyle kendini ilâhî azap ve gazaptan korursa) Allah ona daima bir çıkış yolu lütfeder ve onu ummadığı şekilde (maddi-mânevî) rızıklandırır” (Talâk 65/2-3) âyetinde beyan edilen sır, kıyamete kadar genel-geçer ilâhî bir kanundur.

[1] Mustafa Özdamar, Gönenli Mehmed Efendi, s. 24-27.

Kaynak: Dr. Adem Ergül-Yeni Akit

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum