Göktaşından Gökdelene: Taşlaşan Gönüller

Asırlardır gökyüzünde, yıldızların koynunda seyr-i sülûk edip duran bir Göktaşının gözüne dünya denilen gezegen ilişti. Seradan süreyyaya, arştan ferşe, sinekten semeğe, çiçekten böceğe kadar milyarlarca varlık tarafından süslenmiş muhteşem bir tablo gibiydi. Şimdi dünyada olmak vardı. Çiçeklerin, kelebeklerin koynunda Rabbini anmak vardı. Birden Göktaşının içine dünya aşkı düştü. O aşk ile dünyaya düştü.

Şimdi Barla’nın Çam Dağlarındaydı. Asırlar önce Hz. Adem ve Hz. Havva da cennetten dünyaya işte böyle düşmüştü. Göktaşı ile onlar arasında benzerlikler olmakla birlikte farklılıklar da vardı. Onları elma aşkı düşürmüştü dünyaya; Göktaşını çiçek, kelebek aşkı. Onlar iradeleri dışında düşürülmüştü dünyaya; Göktaşı bilerek, isteyerek. Onlar Serendip Dağlarına düşmüştü; Göktaşı Çam Dağlarına. Onlar “araya araya bulsam izini” diye diye birbirlerini aramışlar; sonunda bulmuşlardı. Göktaşı ise “ben de bu dağların sahibiyim” diyen Ademlerden bir ademi, Hz. İnsanı, Hz. Bedii buldu yanında.

Bedii, Mayıs’tan Ağustos’un sonuna kadar bu dağlarda yalnız başına zikirle, tefekkürle, şükürle günlerini geçirirdi. Göktaşı bunu öğrenince ‘Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber duâ etmek arzu ediyorum’ dedi.

Barlalı Mübarek Süleyman’a benzer bu safi kalp adama, bu göklerden yeni gelmiş Göktaşına ne demeli? Ne yedirmeli? Ne içirmeli?

Hz. Adem ile Havva gibi, Bediüzzaman ile Mübarek Süleyman gibi gayr-i iradi yürüye yürüye Çam Dağının zirvesindeki Eğirdir Gölüne bakar bir Katran Ağacına vardılar. Hiç gereği yokken birden başlarını kaldırdılar. Ağaca baktılar. Dallarında fırından yeni çıkmış ekmeğe benzer kırmızı bir kitap gördüler. Hâlbuki 20-30 gündür buralara kimse uğramamıştı. Hz. Bedii “Bak, Göktaşı. Allah bize bir kitap gönderdi. Buna Sözler derler. Gel beraber okuyalım. Şu kâinatın sırlarına ortak olalım. Tefekkür edip, düşünelim. Tezekkür edip şu harikulade kâinatı Yaratanı zikredelim. Bu güzellikleri bize yaşatana şükredelim. . . ” dedi.

Bedii “kâinattan Halık’ını soran bir seyyahın müşahedatıdır…” diyerek söze başladı.

Göktaşı sırtını Çam Dağına, kalbini Gönül Dağı Bedii’ye dayadı. Yüzünü mavi sözlü Barla Denizine, sözünü mavi gözlü Bedii’ye verdi. Kanı kaynadı Çam Dağına, Gönül Dağına, Barla Denizine. Kendini boşluğa, sonsuzluğa bıraktı.

Barla Denizi, Bedii’nin nefesleriyle kaynamaya başladı. Gözlerinden tüten buğular Çam Dağlarına doğru yürüdü. Göktaşının yanaklarını öperek göklere yükselmeye başladı. Kendini 12. Sözdeki havuzun içindeki iki adamdan biri gibi hissetti. Her “Şua” ada, her “Lem’a” kapı, her “Söz” pencere oldu. Vurdu Asayı Musa’yı Barla Denizine. Kendinden geçti. Göç başlasın, dedi. Güneşe hicret var…Aman ne dalgalar, ne deryalar. Bir hicret türküsü, bir balkan göçü ağıdı tutturdu derinden:

Aman bre deryalar, kanlıca deryalar

Biz nişanlıyız deryalar

Biz nişanlıyız


İkimizde bir boydayız

Biz delikanlıyız


Kırcaaliyle Arda arası saat sekiz sırası

Ardalılar ağlıyor Yusuf’um

Yoktur ah çaresi


Çıkar aba poturunu Yusuf’um

Dalgalar artacak

Demedim mi ben sana Yusuf’um

Kayığımız batacak


Kırcaali’yle Arda boylarında

Kimler gidecek

Garipte Yusuf’umun annesine

Kim haber verecek

Zavallı Feride’nin annesine

Kim haber verecek

Her şey bir Balkan türküsü gibi, bir film şeridi gibi gönlünün perdesinden geçiyordu. Zaman ve mekân kayboluyordu. Zaman ve mekânda kayboluyordu. Bedii’nin sesinde zamanın ve mekânın sesini takip ediyordu. Sesler kâh dağlardan, kâh denizlerden; kâh yerden, kâh göklerden geliyordu.

Ses bir zaman sonra bir dağın içine girdi. Sıradağlar gibi saf saf hissetti kendini. “Keşke” dedi “dağların dilinden anlayan Hz. Davud yanımda olsa; ben de ardında namaza dursam…” Her duaya işiten Rabbi onun duasını da işitti. Göktaşını namaz kılan dağ, Hz. Davud’u da o dağa imam eyledi.

Rabbim Davut Dağında sesini duydum. Şimdi de seni görmek ve sende görünmek istiyorum”, dedi. Duası kabul edildi. Hz. Musa’nın yanına götürüldü. Musa Peygamberin duası ile duası birleşince Göktaşı Tur Dağına dönüverdi. Dağda Rabbi tecelli etti. Kendinde Rabbini gördü ve kâinata gösterdi. Kelamullahtan sonra Cemalullaha erdi. Aşka geldi, meşke geldi. Sarhoş oldu.

Ayıldığında kendini Kâbe’de buldu. En güzel insan (s.a.v.) göktaşına benzer, hacerül esved denilen bir taşın başında bekliyordu. “Ah şu taş olsam, O da (s.a.v.) beni kucaklayıp Kâbe duvarına koysa. Kâbe’ye duvar olsam” dedi. Duası kabul edildi. O’nun (s.a.v.) kollarında Kabe’ye duvar oldu. Göktaşı O’nun (s.a.v.) elinde ve O’nun evinde Kâbe’de olmak istemişti. Onun duası kabul edildiği gibi milyonlarca yüreği taşlaşmaya yüz tutmuş gönlün duası da kabul edildi. Göktaşını milyonların gönlüne düşürdü. Asırlarca milyonlarca insan dünyanın dört bir yanından Hacerül Esvede O (s.a.v.) dokundu diye dokunmak için, hacerül esved ile gönül Kabe’sini inşa etmek için Mekke’ye koştu.

Dağların, taşların kendisi için yaratıldığı O (s.a.v.) yüce insan 10 yıldır senenin 3 ayını burada yapayalnız tefekkürle geçiriyordu. ‘Her dağın bir şahs-ı manevisi vardır. Şu dağın şahs-ı manevisi bu Zatın (s.a.v.) gönlüne taht, İlahi hakikatlerine rahim olsaydım. Nur Dağının rahmi Hira Mağarasında O’nun (s.a.v.) dayandığı bir taş olsaydım, dedi. Duasını kabul edildi. O Nur (s.a.v.) Göktaşına dayandı. Söze başladı. Nur Dağından nurlar, nurani sözler yayılmaya başladı. Geçmişe, geleceğe, doğuya, batıya, güneye, kuzeye yayıldı. Sözler nurdan bir ruh oldu. Göktaşı hayat buldu. Büyüdü, büyüdü. Nurdan bir dağ, Nur Dağı oldu.

Bir zaman sonra O (s.a.v.) ve sadık dostu yollara düştü. Sığınacak bir dağ aradılar. Göktaşı heyecanlandı. “Belki bir Sevr olurum da, Sevgiliye (s.a.v.) menzil olurum. ” diye içinden geçirdi. Rabbi içinden geçenleri duydu. Göktaşını Sevr’e döndürdü. Göktaşında örümcek ağlarındaki güvercin sıcaklığı…

Gün geçtikçe dünyaya ısındığını hissetti. Yaşadığı güzellikleri düşündü. “Zikir fikri, fikir şükrü, şükür de nimeti ziyadeleştirir. Şükretmeli, ” dedi. Bir gün içinden Uhud Dağı olmak geldi. “Belki bir Uhud olurum. Bir müstakil abd (kul), müsebbih (tesbih eden) bir dağ olurum da O (s.a.v.) ve arkadaşı üzerimde tefekkür ve tezekkür eder” dedi. Daha ‘amin’ demeden duası kabul edildi; Uhud Dağı oluverdi. Rabbi karıncanın duasını kabul edip yağmuru gönderdiği gibi Göktaşına da Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Hz. Ebubekir’i (r.a.) gönderdi. Şükrettiği için Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Osman’ı (r.a.) da yanlarına ekledi. Göktaşı onların mehabetinden, sürür ve sevincinden lerzeye geldi. “Sakin ol” dedi ellerinden şefkat pınarları akan en büyük İnsan (s.a.v.), ‘Sakin ol. Üzerinde bir peygamber, bir sıddık, iki şehid bulunuyor. ’

O (s.a.v.) Göktaşını taş değil de insan yerine koyup konuşmuştu. O da O’nu (s.a.v.) ve Rabbini zikretmek istedi. Bedii’yi ve kedisini hatırladı. Sanki bir zikir halkası oluşturmuşlar; O’nu (s.a.v.) ve Rabbini anıyorlardı. Kedi ağzını Bedii’n kulağına dayayıp, sesine sesini katıp, ya Rahim, ya Rahim diye zikrediyordu. O zaman fark etti ki her şey zikrediyordu. İnsanlar, kediler, hemcinsi taşlar O’na (s.a.v.) selam veriyor; secde ediyor; dualarına “âmin” diyordu. Birden Göktaşı değil de, tesbih taşı olup, zikir halkasına katılmak istedi. Hâlbuki bir taştı işte. Cansız, ruhsuz bir Göktaşı. Kalplerden geçen en gizli duyguları bile hisseden Rabbi onun bu içten ve samimi arzusunu da işitti. Onu, O’nun (s.a.v.) ve arkadaşlarının kalbine, oradan da avuçlarına düşürdü. Önce O (s.a.v.) aldı eline. Dili çözüldü. Zikretmeye başladı. Yere bırakıldı; sustu. Hz. Ebubekir (r.a.) avucuna aldı. Tekrar zikre başladı. Yere bırakıldı. Sustu. Sonra Hz. Ömer (r.a.), nihayet Hz. Osman’ın (r.a.) ellerinde zikir… Aman ne cezbeler, ne istiğraklar…

“Ah, beni bir de Bedii eline alaydı; ellerinde zikir uykularına dalaydım. Rüyalarına giren Ararat Dağı olaydım” der demez rüya sağanağı başladı. Göktaşı, Ararat Dağı oluverdi. Dağ gibi parçaları dünyanın dört bir yanına dağıldı. Bedii haykırdı: Ana korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir. . .

Elbet O Rahim’dir. Dilerse Göktaşını Ararat Dağı, dilerse Çam Dağı eder de, Bedii’e sığınak eder. Göktaşını dağ eder de, Yokuşbaşı Çeşmeleri, Barla Denizi bağrından akar.

Elbet O Rahim’dir. Göktaşını dağ eder de, dağları dünyaya, dağ gönüllüleri kâinata kazık eder de, kâinat dağ gönüllerde huzura ve sükuna erer.

Bir zaman sonra Göktaşı dağ gönüllü bir insan olmak istedi. Bedii ses verdi: Dağ gönüllü olmak için toprak gibi mahviyet ve alçak gönüllülük gerek.

Göktaşı dersini aldı. Duaya durdu. “Rabbim, toprakla karşılaştırıldığında ben ne kadar cansız ve ruhsuzum. Bak şu toprağa. Bizim oralardan, yıldızlardan daha kalabalık, daha canlı. Beni de toprak gibi canlı, heyecanlı kıl. Beni toprak eyle de, üzerimde zikreden bitkiler yetişsin…” Duası kabul edildi. Barla Denizinden kopan bir soğuk, bir sıcak dalga derken Göktaşı ufalanıp toprak oluverdi. Göğsünde binlerce bitki göverdi.

“Çok şükür. Taş iken toprak, toprak iken nebat (bitki) oldum. Bir de buğday olsaydım”, dedi. Dua başak verdi. Göktaşı buğday oldu. Yeryüzü buğday, gökyüzü dalları, yıldızlar başakları oluverdi. İnsan böyle bir hikmete ererse, elbette buğdaylar gibi sararacak; başaklar gibi boynunu yere eğecek; sararıp solacak. Göktaşı da sarıp, soldu.

Başını eğdi; yine duaya durdu. “Rabbim birçok yerde seni anlatan şeyleri görüyorum. Ama şu dağın arkasındakileri göremiyorum. Beni bir Ceylan eylesen; o dağ senin, bu ova benim gezsem. Seni daha çok görebilsem ve gösterebilsem” derken bir ceylan başağa yaklaştı. İncitmeden kopardı. Midesine aldı. Gözüne götürdü. Ceylanın gözünde dünyayı gezmeye başladı. Geze geze Emirdağ denilen bir yere erdiler. Karşılarına ceylana benzer bir insan çıktı: Ceylan Çalışkan…

Ceylan Çalışkan… Bir güzel insan. “Allah’ım dün yerinden kıpırdayamaz buğday idim; bu gün hareket eder bir ceylanım. Şimdi karşımda ceylana benzer bir insan. Dili var; zikrediyor. Aklı var; tefekkür ediyor. Kalbi var; şükrediyor. Beni bir de insan eylesen”, dedi. Duası kabul edildi. Ceylanı, Çalışkan’a kurban eyledi. Taş, toprak, bitki, hayvan derken Göktaşı bu defa insan oluverdi. Bir iken bin oldu. Ceylan’ın gözüyle gördü; kulağıyla işitti; aklıyla fikretti; kalbiyle şükretti. Nurlandı. Bakanlar Ceylan’da Göktaşını, Fatih’teki Nur medresesi Nur Taşını gördü.

İstanbul yedi tepe, insanlar yedi meşrep. Kimi yekpare Göktaşı Ebubekir misali elmas ruhlu, kimi yekpare zift ebu cehil misali taşkömürü ruhlu. Bir gün taşkömürü ruhlu biri Ceylan Çalışkan’ı ezip geçti. Ceylan’ı canından etti. Göktaşı çaresiz, o zalim adamın bedenine girdi. Kalbine düştü. Baktı; adamın kalbi taşlaşmıştı. Kalp cerrahları kapıda bekliyordu. Böbreğine gitti. Her yanı böbrek taşı. Belli ki, taşları düşürmek için hastane hastane dolaşmıştı. Gözüne gitti. Kömür gibi kıpkırmızıydı. Harama bakmaktan adi bir kavvat derekesine düşmüştü. Diline vardı. Kıvılcım saçıyordu. Tatlı sözü yoktu. Bedeni tefekkürü, tezekkürü ve teşekkürü cem eden bir cami olabilecekken hapishaneye, nihayet betonarmeye dönmüştü.

Adam sırtaşı ve Göktaşı olup, toprakta Mevlana gibi sırlanabilecekken hırs küpüne, şarap küpüne dönmüştü. Bir gün şehrin en işlek caddesinden arsa aldı. Kazdı. Taşlaşmış kalbini içine bıraktı. Kazma, kürek, taş, toprak derken akşamdan sabaha bir gökdelen inşa etti. Göktaşından gökdelen inşa etti…Aman ne yazık, ne yazık…

İnsanlar gökdelende taş tabutları andıran ofislere, apartlara doldu. Eteklerindeki taşları döktüler. Zikir halkaları kırıldı. Fikir silsilesi yarıldı. Şükür sistemleri dip, market zincirleri tavan yaptı. İnsanlar bin elmas kalem ile Sav’ın dağlarına, taşlarına Nur’ları yazmak yerine, gökdelende kömürtaşları biriktirmeyi seçtiler. Elmasçılık yapabilecekken taş olmaya ve taş taşımaya talip oldular. Nur taşı olmak yerine Taif taşı oldular. Birbirlerine, ilahi hakikatlere taş atmaya başladılar.

Taşların üzerine almaktan çekindikleri kulluk vazifesini üzerine alan insanlar bir zaman sonra taşlardan daha fazla katılaştılar. Hâlbuki öyle taşlar vardı ki, Allah korkusundan uçurumlara yuvarlanırlardı. Ama insanların kalbi gibi gönül Kâbe’si de taşlaştı. Zikredemez, fikredemez, şükredemez hale geldiler. Taşlardan daha beter sağırlaştılar, dilsizleştiler, körleştiler. Bakara suresini okumayı unuttular. Bakarperest ve Bakaraperest oldular. Bakaralara, taşlara, putlara, heykellere, yetmedi kendilerine tapar oldular. Yerküreyi taşküreye çevirdiler. Halbuki; yerküre mescid, Mekke mihrap, Medine minber kılınmıştı bize.

Göktaşı korktu. Yerin merkezi gibi gün gün soğudu dünyadan. “Bu ne zalimliktir. Başımıza taş yağacak. ”, dedi. Aniden yer sarsılmaya, taşlar yağmaya başladı. Saniyeler içinde gökdelen yerle bir oldu. İnsanlar ile birlikte insanlık da kayboldu.

Göktaşı taş iken toprak, nebat, hayvan nihayet insan olmuştu. Bir iken bin olmuştu. Şimdiyse bin iken sıfır olmuştu. Taşı gediğine oturtayım derken göklerdeki yerinden olmuştu. Göğün yapı taşı Göktaşı iken gökdelen olmuştu. Taşkürenin mezar taşı olmuştu. Çam Dağlarında derin bir ağıt tutturdu: Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.