Gökkuşağıdır Risale-i Nur (Alâimüssema)

Bir tohum gördü önce toprağa düşerken. Sonra toprağın tohumu içine çektiğini de gözlemledi. Aniden toprağın derinlerinde çatlayan tohum, inanılmaz bir hızla çıktı yeryüzüne. Kök saldı toprağın derinliklerine ve bir fidan halinde uzattı başını göğe doğru. Büyüdü, büyüdü, büyüdü… Gökkuşağını gördü o an. Tüm ışığıyla ısındığını ve ışıdığını hissetti. Her çeşit rengini salıverdi yüreğine. Sevindi fidan olduğu için.

O an birden bire ufacık bir filiz belirdi en tepesinde fidanın. Hayat emareleri bütün canlılığını korurken gövdesinde, değişmeye başladı. Sonra o ufacık filiz de büyüdü. Ve kıpkırmızı bir çiçek açtı fidanın ellerinde. Kat katı bir güldü bu. Ta ötelerden geçen yolcuların bile dikkatini çekebilecek kadar keskin kokulu, yeryüzündeki bütün diğer gülleri kıskandıracak kadar kırmızı ve parlaktı… Öyle güzel bakıyordu ki etrafına, sanki tüm insanların bu cazibeye kapılacağından eminmiş gibi, yeryüzünü kökünden değiştirecekmiş gibiydi... Gül açılıyordu. Gül yayılıyordu.

Sonra aniden fidanın gövdesinde bir filiz daha açmaya başladı aynı hızla. Diğer tarafında bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha… Onlarca gül açıldı tek bir fidanın gövdesinde. Öyle ki güller tek başına küçük bir ağaç kadar olmuşlardı. Hepside oldukça güzel güllerdi de, şu en ilk açanı yok muydu? Onun parıltısı, ışığı, rengi, kokusu, güzelliği başkaydı işte…

Zaten biraz sonra o ilk açan kırmızı gül, kendi farklılığını yine kendinde oluşacak bir değişimle meraklı gözlere gösterecekti. Bu değişim, kırmızı gülün içinde beliren bir insan siluetiyle tamamlanmıştı. Kimdi o? Tanıdık biriydi sanki... Hem de öyle tanıdık ki, âlemlerin Sevgilisi. Ya da Hakk’ın Habib’i... Gülün içinde beliren yüzün sahibi Hz. Muhammed’den başkası değildi. Gülümsüyordu yine. Mütebessim çehresi her zamanki gibi umut, sevgi ve hayat saçıyordu. Türlü türlü saadetler vaat ediyordu siması. Ne güzeldi, ne özeldi. Ah! Ne sevgiliydi…

Fakat filizin macerası devam ediyordu. Yaşadığı bu hızlı değişim oldukça şaşırtıcıydı doğrusu. Bir yandan güller açmaya devam ederken, diğer taraftan geriye kalan güllerde de farklı farklı yüzler belirmeye başlamıştı. Bir bir anlaşılıyordu bu güzel simalı insanların kim olduğu. Birinde Hz. Musa yüzü, diğerinde Hz Davut (as). Birinde Hz. İsa, ötekinde Hz Yunus İbni Meta… İnanılmaz bir tablo…

Sonra tek tek çıkıverdiler güllerin içinden. Sıra sıra dizildiler Hz. Muhammed’in arkasında. Bir harika topluluk oluverdiler. Tıpkı cennet gibiydi bu ortam. Sanki bir cennet sofrası kurulmuş da bütün peygamberler o sofranın başında, en sevgiliden gelecek izni beklemekteler. Fakat O’nun da arzusuyla olsa gerek, bir tek Hz Yunus geliyordu O Gül güzeli’yle beraber. İkisi de gülümsemekteydiler. Ve gelip tuttular Elif’in ellerinden sıkıca. Birini Hz. Muhammed (asm), diğerini Hz. Yunus İbni Meta… İnsanın görüp görebileceği en zirve mutluluk işte bu olsa gerek…

Elif mutlu. Elif sevincinden yere göğe sığmıyor. Sanki uçar gibi geliyorlar Kur’an kursuna. Elif’i öğretmene teslim ettikten sonra, orada bulunan tüm çocukların başını okşuyor Hz. Muhammed (asm). Tek tek öpüyor belki de her talebeyi: “Aferin size”  Dercesine. Sonra da öylece çıkıp gidiyorlar geldikleri gibi. Rüya da böylece sona eriyor.

Elif uyandığında, şafağın çoktan sökün etiğini görmüştü. Yatağından kalkıp, hemencecik giyinmişti. Kur’an kursunun yolunu tutmuştu yaz tatilinin güzel sabahında. Dokuz yaşındaydı. Tertemiz kalpliydi. Tıpkı diğer arkadaşları gibi...

Küçücük aklıyla gördüğü rüyayı pek de yorumlayamasa da yine de içinde peygamberlerin olması onu bir hayli etkilemişti. Öyle ya Kur’an öğretmenleri, yaptıkları Risale-i Nur sohbetlerinde, peygamberlerin çok ehemmiyetli insanlar olduklarını söylemişlerdi.

Elif rüyasını öğretmenine anlattı, büyük bir heyecanla. Öğretmen, sesini çıkarmadan dinledi Elif’i. Şaşırdı. Gözyaşlarını tutamadı. Derin bir tebessüm kondurdu dudaklarına. Gözyaşları pınarlarından taşarken: “Canım benim! Sen çok iyi kalpli bir çocuksun” deyip tatlı bir buse kondurdu Elif’in yanağına. 

Akşam oldu. Kur’an öğretmeni yine yorucu, fakat huzur dolu bir günü bitirmiş olarak evine gitti. Gider gitmez de tüm ailesine bu güzel rüyayı anlattı heyecanla. Herkes şaşkın şaşkın dinledi genç öğretmeni. Her bir aile ferdi türlü yorumlar yapıp, hayata dair çıkarımlar yapmaya başladılar bu rüya üzerine. Fakat babası farklı bir bakış açısıyla yaklaşırken olaya, öğretmen olan kızına şu detayı hatırlatmadan edemedi:

- Benim güzel kızım anlattığın rüya çok manevi anlamlar barındırıyor içinde. Benim düşünceme göre, küçük Elif’in elinden tutan diğer peygamber Hz Yunus (as) olduğuna göre, tıpkı onun balığın karnından, karanlıklardan kurtulduğu misal, kursta eğitim alan tüm talebeler de Risale-i Nur ışığıyla, bu gökkuşağının ışığıyla, karanlıklardan kurtulacak, ebedi hayatlarını kurtaracaklardır İnşallah… Ben rüyanı böyle tabir ediyorum. Bediüzzamanın dediği gibi Mesnevi-i Şerif (Mevlana) gibi eserler, Kur’an güneşinin ancak bir iki levnini ( rengini), aksettirebilmişler. Risale-i Nur ise alâimüssema (Gökkuşağı) gibi Kur’an güneşinin bütün renklerini aksettiriyor… Bu rüya da bunun bir yansıması… 

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.