Göçebe kabirler ve elhaküm et tekasür sırrı

Zaman zaman 150’liklerin iade-i itibarları gündeme gelir. Cumhuriyetin tesisinden sonra vatan haini ilan edilen bu kişiler hudut haricine çıkarılmışlar, bulundukları yerlerde vefat etmişlerdir. Uğradıkları muamele Osmanlı hanedanlığı mensuplarının uğradığı muamelenin devamı sayılır. Şeyhülislam Mustafa Sabri ve benzerleri gibi. Bunların yanına bazen Nazım Hikmet de ilave edilerek en azından itibarlarının iade edilmesi istenir. İade-i itibar meselesine bağlı olarak bazılarının kabirlerinin de nakl-i mekanı talep edilir. Bir vesile ile Moskova’ya giden aktör Kadir İnanır hem Nazım Hikmet’in kabrini ziyaret etmiş hem de kabrinin Türkiye’ye nakledilmesini istemiştir. Bu doğru bir talep midir? İhtiyarıyla Nazım Hikmet SSCB’yi tercih etmiş ve ideolojik vatanı olarak da orayı görmüştür. Dolayısıyla iradesiyle bir tercihte bulunmuş ve bu şuurlu tercihin sonucu olarak Moskova’ya defnedilmiş ve bu suretle hak yerini bulmuştur. Kabrinin veya mezarının nakli ise tartışmalı bir husustur.

Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?’ gibi şiirlerinde ideolojik dünya görüşünü yansıtmış ve Sovyetler Birliğinin büyük bir propaganda mekanizması ve aracı haline gelmiştir. Son devrelerinde firarıyla ilgili pişman olduğuna ve dine özlem duyduğuna dair emareler vardır. Hayatı farklı devrelerden hali değildir. Daha önce Mevlana hayranı olan ve bu yönde şiirler yazan Nazım Hikmet daha sonra ‘azgın’bir biçimde komunizmin fikir fedaisi haline gelmiştir. Hem bunun rantını yemiş hem de bunun vatandan uzaklıkla çilesini çekmiştir. Kimileri papağan gibi iki de bir Nazım Hikmet’in kabrinin yurda getirilmesini diline doluyor. Bu durumda dindar kesimlerinde Kahire’de olan Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin kabrinin de Tokat’a veya İstanbul’a naklini isteyebilir. Devranın değiştiği ve gelmelerinin önündeki maniaların kalktığı söylenebilir.

Lakin Şeyhülislam Mustafa Sabri bizim olduğu kadarıyla Mısır’ın da malıdır. Evladıdır. Şafii gibi. Şafii Gazze’nin mi, Bağdat’ın mı Yemen’in mi yoksa Badiyenin mi evladıdır? Yoksa son durağı Kahire’nin çocuğu mudur? İnancımıza göre, Mustafa Sabri gibilerin vatandan cüda kabirleri, yevmü arasatta çilesi ve göçüyle ilgili lehinde tanıklıkta bulunacaktır. Lakin Nazım Hikmet’in sahiplendiği ideoloji gelip geçiciydi. SSCB’nin yıkılmasından sonra ideolojik olarak öksüz kaldığısöylenebilir. Kabrini getirmek isteyenlerin gerekçelerinden birisi bu olabilir.

Son sıralarda kabirlerin nakli mekanı konusunda bir furya var. Arnavutluk Cumhurbaşkanı Sali Berişa siyasi veya milliyetçilik mülahazalarıyla Ali Tepedelenlioğlu’nun başınıve naaşını Türkiye’den istedi. Bununla da kalmadı aynı zamanda Şemseddin Sami’nin de mezarını da istediler. Onlar başka zamanların, başka bağlantıların insanıydılar. Sözgelimi, bunların Arnavut olmaları Arnavutluğa ait olduklarını göstermez. Osmanlı döneminde yaşadılar ve birinci derecede Osmanlı’yı temsil ediyorlar. Şemseddin Sami Fraşeri, Arnavutluk’un malı ise o takdirde Mehmet Akif Ersoy gibi vatan şairi de aynı şekilde Arnavutluk’un malı olmalıdır. Ve bunun sonu göçebe kabirlerine kadar uzanır. Arnavutluk’ta ölen Türkleri buraya nakletmek ve buradaki Arnavutları öteki tarafa nakletmek. Bu bir çılgınlık halidir. Bu, ‘El Hakümüm et tekasür’ suresinde işlenen bir konudur. Tam bir cahiliyet adetidir. Ölülerle tefahur ve övünme halidir. Siyasi olarak ölü seviciliktir.

Modern dönemlerde bu sıkça yapılmaktadır. Kabirler boşaltılmış ve naaşlar ülkelerine iade edilmiştir. Bunun ne faydası vardır? İslam’da ölen insanın belirli mesafe dışına nakledilmesi uygun görülmemiştir kaldı ki, gömülü insan bir daha nakledilsin!

Bu mülahazalarla Cemaleddin Afgani’nin naaşı Afganistan’a nakledilmiştir. Halbuki sabit olan onun Afganlı değil, İranlı oluşudur. Dolayısıyla nakil de sahih değildir. Dolayısıyla bu tutku, insanı veya ülkeleri komik hallere düşürmektedir. Abdurrahman Kevakibi, Kahire’de medfun olmasına rağmen Halep’e taşınmıştır. Zira doğum yeri orasıdır. Abdulkadir Cezairi’nin naşı da Şam’da bulunduğu Muhyiddin Arabi’nin haziresinden alınmış ve Cezayir’e taşınmıştır. Geride boş kabri ve mekanı kalmıştır.

Son sıralarda Bediüzzaman’ın kabri konusunda da yoğun ama boş bir tartışma var. Tartışmalar hakaik üzerine değil zevahir üzerine tecelli ediyor. Kimisi meraktan ve kimisi de başka saikler ve gayelerle meseleyi kurcalayıp duruyorlar. Hak böyle tecelli etmiştir ve Nur şakirtleri ve sevenleri de kabrinden ziyade manevi mirasına sahip çıkmalı ve onu yaşatmalıdır. Elbette bunu gayret eksikliği anlamında söylemiyoruz. Bununla birlikte gayrette de sınır yoktur. Bediüzzaman manevi olarak sevenlerinin gönlünde yaşıyor. Ona reva görülen ve bunlar arasında bulunun kabrinin yerinin değiştirilmesi gibi mezalim, yapanları açısından hüsran olsa da ‘kader adalet eder’ sırrıyla Bediüzzaman için güllük ve gülistanlık olmuştur. Mevlana ‘bizim kabrimiz, sevenlerimizin gönlündedir’ buyurmuştur. Ebedi istirahatgah burası değil ötesidir. Dolayısıyla seyyidlik meselesi gibi bu meseleyi de gereğinden fazla kurcalamamak lazımdır.

Bununla birlikte, bazı ülkelerde insanlar mazlumen ve mağduren öldürülmüş ve idam edilmiş ve mezarı ad küllenmiştir. Bunlardan birisi Tunuslu alim ve dava adamı Ahmet er Rahmuni’dir (1920-1962). Burgiba’nın muhaliflerinden Salih Bin Yusuf’un dava arkadaşıdır. Burgiba’nın Mustafa Kemal’in izinden giderek yapmış olduğu tevhid-i tedrisat uygulaması, Zeytune Üniversitesinin kapatılması gibi hususlara karşı çıkmış ve şimşekleri üzerine çekmiştir. 1948 yılında da Zeytune’nin kollarını ülke geneline yayma girişiminin bir parçası olarak Betale’de şubesini açmıştır. 1963 yılında Burgiba rejimi tarafından idam edilmiştir. İdamından 50 yıl sonra Tunus Yasemin Devrimiyle birlikte naaşı Askeri Hastaneden alınarak Bardo’da bulunan evine nakledilmiştir. Elbette bu bir kabir naklinden ziyade iade-i itibardır. Bu anlamda, Şeyhülislam Mustafa Sabri gibilerin de kabirlerinin nakline değil iade-i itibarlarına ihtiyaç vardır. Mustafa Sabri gibiler artık Mısır’la ortak mirasımız ve değerimiz olmuştur. Ama yeni dönem onların da baharı olmalıdır. Bu baharı onlar da kabirlerindeki köşelerinde yaşamalı ve hissetmelidirler. Yavuz’un İslam dünyasının dağınıklığından dolayı kuşe-i uzletinde ve kabrinde bikarar olacağını söylemesi gibi. Bunun yolu miraslarını yaşatmaktır.

Müslüman Kardeşlerin anonim olarak dilden dile aktardıkları bir şiir vardır ve şöyledir:

ولست أرى سوى الإسلام لي وطنا الشام فيه ووادي النيل سِيَّانِ

وحيثما ذُكـر اسمُ الله في وطـن أعددتُ أرجاءَه من لبِّ أوطاني

İslam’dan başka vatanım yoktur, Şam ile Nil Vadisi birdir,

Allah’ın adının anıldığı her yeri öz vatanım saymışımdır.

Kabir gurbette de olsa Allah'ın arzındadır. Beşer yanında garip olsa da Allah katında mele-i a'la arasındadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum