Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

Nereden çıktı bu musibet?

Vakit hayli ilerlemişti. Murat, artık yeni bir soru sormayacaktı. Fakat, merak ettiği bir konu vardı. Onu sormadan edemezdi. Biraz sonra terk edeceklerdi bu evi. Arif Beyle artık kim bilir ne zaman görüşeceklerdi. Ondan kader konusunda faydalanabileceği eserleri sorması gerekirdi. Adam bir hayli yorulmuş olmalıydı. Ağır bir konuda saatlerce sohbet yapmak kolay değildi.  Olsundu. Zaten bu işi zevkle yapmıyor muydu?. Her halinden bunu okumak mümkün değil miydi?

Murat bu düşüncelerle, önündeki kuru yemiş tabağını donuk bakışlarla bir süre seyretti.

Sonunda kararını verdi:

— Sizi hayli yorduğumuzun farkındayız. Son olarak sizden bir tavsiye alıp müsaade isteyeceğiz. Kader konusunda hangi eserleri okumamızı tavsiye edersiniz?

Arif Bey:

— Önce şu yormak, yorgunluk, zahmet kelimelerini kaldıralım. Biz bu dünyaya yatmaya değil, çalışıp yorulmaya geldik.

Sonra:

— Ben, dedi, bu konuda bir hayli kitap okudum. Her birinden ayrı fikirler edindim. Ama sana bunlardan birisini özellikle tavsiye edeceğim:

Nur Külliyatından Sözler adlı eserin “Yirmi Altıncı Söz”ü: “Kader Risalesi.”

Eser gerçekten harika! Bazı yerlerini ileride birlikte okuyabiliriz. Ama önce bu risaleyi dikkatlice bir oku.

Arif Bey, biraz yemiş aldıktan sonra, kütüphaneden Sözler’i getirip Murata uzattı.

Murat, avucuna aldığı birkaç fındıkla bademi uzun fasılalarla ağzına atıyor, bir taraftan da “Kader Risalesi”ni okuyordu. İki sayfadan sonra parmağını kitabın arasına koyarak kitabı kapattı.

Arif Beye dönerek:

— Bu konuyu tek başıma kavramam, herhalde, çok güç olacak, dedi. Sizden bir ricada bulunayım. Eserin anlaşılmasına yardımcı olmak üzere, bazı temel cümlelerin açıklamasını bu gece dinlesem iyi olur. Sonra yine tamamını okur ve gerekirse sizi rahatsız ederim.

Arif Bey Muratın dinamizmine hayran kaldı. Ağır bir konuda uzun bir sohbet yaptıkları halde hâlâ “devam!” diyordu. Bu güzel bir şeydi. Onu kıramazdı.

— Olur, dedi. Öyleyse şu çalışma masasına geçelim. Okuduğumuz parçaları birlikte görebilelim.

Masaya geçtiler.

Arif Bey, birinci sayfaya şöyle bir göz attı. Her cümle ayrı bir önem taşıyordu ve değişik bir mesaj yüklüydü. Bunların hepsini açıklamasına gecenin bu saatinden sonra imkân yoktu. Sayfanın ortalarından şu cümleyi okudu gençlere:

“Kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler.”

Ve kısaca açıkladı:

— Burada iki ayrı gerçek birlikte sunulmuş: Birisi, “kader nefsi gururdan kurtarır.” Diğeri de, “cüzi irade ile insan, sorumluluğu üzerine alır.” İşlediği günahların cezalarını çekmeyi hak eder.

Bu iki mesajın açıklaması, bir bakıma, şu âyet-i kerimenin de tefsiri demek olacak.

“Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır, sana isabet eden her kötülük nefsindendir” (Nisa Sûresi, 79)

Kader nefsi gururdan nasıl kurtarıyor? Önce bu konu üzerinde duralım:

Bir arı düşününüz. İrade ve akıl sahibi olmuş olsun. Şimdi bu arı, yaptığı bal ile övünmek yerine Rabbine şükredecek, hamd edecektir. Ve diyecektir ki, “ben bal yapacak şekilde programlanmasaydım bu balı yapamazdım. Ben kendime sahip değilim, Allah’ın mahlûkuyum. Baharı O getiriyor. Çiçekleri O açtırıyor. O halde gururun mânâsı yok!”

İşte o arı böyle düşünmekle gerçeği bulacaktır. Ama onun nefsi itiraz edip diyecektir ki, “sen de kilometrelerce mesafe kat ettin, şu kadar çiçeği dolaştın, üzerlerinde çalıştın!”

Arının kendi nefsine cevabı şöyle olacaktır:

Karasinekler de aynı işleri görüyorlar, ama onlardan bal çıkmıyor. Kaldı ki, kanatlarımı da O takmış, uçtuğum mekânlar da Onun.

Gerçekten de bal yapımı için gerekli bütün şartları Allah hazırlamış ve programlamış. Arının hissesi, tembelce oturmayı terk edip uçmaya niyetlenmesi. Bundan ötesi, hep İlâhî fiillerle icra ediliyor.

İnsanoğlu, daha dün denecek kadar kısa bir süre önce uçak yapabildi. Arının ise kendisi uçuyor. O halde, uçma fiilinden bal yapma fiiline kadar hepsi birer İlâhî sanat, Rabbani birer ihsan. Bunların hiçbiri arının kendi hüneri değil.

Gençler dikkat kesilmişlerdi. Murat sanki kendinden geçmişti. Şimdi, sanata, teknolojiye, medeniyete bir başka gözle bakmaya başlamıştı.

Nitekim, Bediüzzaman hazretleri bilim adamları için “mülhem keşşaflar” tabirini kullanıyor. Arı ilhama mazhar oluğu gibi, onlar da bir başka şekilde bu ilhamdan nasiplenmişler. Öyle ise, yaptıkları keşiflerde, ortaya koydukları buluşlarda nefislerini aşırı derecede kabartmak yerine, bu gerçeği düşünüp, Allah’a şükretmeliler.

Dünya işlerindeki başarılarımız gibi kulluk görevimizle ilgili ve ebedi saadetimize bakan işler de yine, bize bağışlanan kabiliyetler, sağlanan imkânlarla gerçekleşiyor. Bunlarda bizim hissemiz az, hem çok az.

İsterseniz bir misâl vereyim:

— Dinin direği olan namazı düşünelim. Bu büyük hayırda bizim hissemiz ne kadar?

Namaz için gerekli şartları maddeler halinde şöyle bir sıralayalım:

— Namazı Allah emretmiş.

— Nasıl kılacağımızı Allah Resulü (a.s.m.) öğretmiş.

— Namaz kıldığımız mekân Allah’ın.

— Dünyayı döndürmekle namaz vaktimizi getiren O.

— Abdest aldığımız su da onun, okumamıza yardım eden hava da.

— Tükürük bezlerimiz çalışmasa, bir tek kelime okumamız mümkün olmaz.

— Namazda okuduğumuz Kur’an âyetlerini de O, inzâl buyurmuş.

— Bütün bunlara muhatap olacak bir ruha sahip kılınmışız.

— Ve namaza müsait bir bedenimiz var.

Bunların hiçbiri bizim irademizle olmuş şeyler değil.

Geriye ne kalıyor:

— Namaz kılmaya yahut kılmamaya karar vermek.

İşte, insanın cüz’i iradesine bu kadar bir hisse düşüyor. O halde insan, yaptığı ibadet ile övünemez, ancak bu şerefe mazhar olduğu için Rabbine şükreder.

Düşünelim bir kere:

İnsanın ruhu, aklı, hafızası ve bütün duyguları bu şekilde programlanmış olmasaydı ne ibadet yapabilirdik, ne de bizim elimizle bir keşif, bir buluş gerçekleşirdi.

Aynı şeyi beden için de söyleyebiliriz.

Arif Bey, bakışları çakılmışçasına bir noktaya uzun süre baktı. Sonra:

— Yıllar öncesi kalbimi derinden yaralayan, ruhumu ıstıraba boğan bir hatıramı kısaca nakletmek isterim, dedi. Hatıra dediğim, görünüşte basit bir olay: Okuduğum bir yazı.

Sözde bir bilim dergisine göz atıyordum. Kâinat ve insan hakkında yeni bir keşif, ortaya çıkarılmış taze bir buluş var mı diye. Aradığım yazıyı buldum ama bana çok pahalıya mal oldu.

Yazar insan bedenindeki harika nizamı güzelce anlatıyor ve yazısını şöyle bağlıyordu:

“İşte doğa bize böyle bir beden vermiş. Bu bedenin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”

Güzel bir nokta yakalamış, fakat çok çirkin bir şekilde anlatmıştı.

Her ne ise diye kafasını salladı:

— Biz güzel tarafına bakalım. Demek ki, bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik, ne kaşık, ne de çekiç.

Çetin söze karıştı:

— Hayırlı işlerde cüz’i iradenin hiç mi hissesi yok? diye sordu.

Arif Bey, bu soruyu şöyle cevaplandırdı:

— İnsan, cüz’i iradesini kullanmasa hiçbir şey yapamaz; oturduğu yerde kalakalır. Ama hatırlayacaksın, az önce, hayır- şer konusunu işlerken “yürüme fiilini” misâl vermiştik. Aynı şekilde, bütün fiilleri dileyen, isteyen, cüz’i iradesini o işin meydana gelmesi yönünde kullanan insandır. Ancak, bu dilemenin ötesinde onun yaptığı bir şey yok. Bütün fiilleri Allah yaratıyor.

İnsan, kendisine en büyük bir ikram olan “irade” sıfatını yanlış yerlerde, Rabbinin emrine zıt, rızasına aykırı şekilde kullanırsa, elbette bütün sorumluluk ona aittir.

Bu noktada cüz’i irade hatırlanacak ve suçu kadere yükleme cinayetinden sakınılacaktır.

Arif Bey:

— Bilmem anlaşıldı mı? diye bir soruyla tamamladı konuşmasını.

Çetin:

— Teşekkür ederim.

Daha sonra, soran gözlerle baktı Murata:

— Bilmem, dedi, Muratın bir sorusu olur mu?

Murat:

— Ben şimdi sadece dinleyeceğim. Sonra bu eseri iyiden iyiye okuyacak ve soru hakkımı, gerekirse, daha sonra kullanacağım.

Arif Bey, bir sonraki cümleyi de okudu gençlere. Bu cümlede, işlediği günahların sorumluluğundan kurtulmak için kadere yapışan, fakat kendilerine ihsan edilen iyiliklerle gururlanan kimselerin düştükleri hataya dikkat çekiliyordu. Gerçi bu konuyu Çetinle konuşmuşlardı. Ama Murat için kısa bir açıklama gerekirdi:

— Bugün dedi, kader meselesi gerçeğin tam tersiyle yorumlanıyor. Ve devam etti:

— Adam, bütün iyilikleri kendi nefsine mâl ediyor. Bilmiyor ki, o iyiliği işlemesine imkan tanıyan ve yardımcı olan ruh da, beden de, o bedeni kuşatan kâinat da onun kendi malı değil. Ama, kötülüklere gelince kadere yapışıyor. Düşünmüyor ki, bunlar Rabbi tarafından yasaklanmış. Ve o, bu yasağa rağmen nefsinin arzusuyla günaha talip oluyor.

Kaldı ki, günahlarını kadere yüklemekle cennete gidemeyeceğini de pekâla biliyor.

Böyle bir insanın kaderi bellidir:

— Günah ve isyana devam etmek, tövbe kapısına yanaşmamak ve sonunda azap diyarına varmak.

Son olarak, bir gerçeği de kısaca ifade edeyim:

İlâhî emirler gibi, yasaklar da kulun kendi menfaati içindir. Emirler cennete teşvik, yasaklar cehennemle tehdittir. Kul salih amel ile cennete doğru koşar, takva ile yani günahlardan sakınmakla da cehennemden kaçar. O koşuş da, bu kaçışta insanı İlâhî rahmete ulaştırır.

Arif Bey bakışlarını kitapta gezdirmeye devam etti ve sayfanın sonundaki şu cümleyi okudu gençlere:

“Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.”

Mânen terakki etmeyen avam denilince bunun aksi zihnimizde şöyle canlanır: Manen terakki eden havas zümresi, ermiş insanlar, evliya, asfiya.

Bu kutlu zatların, bu seçkin kişilerin, bu Hak dostlarının kader anlayışları bir başkadır. Onlar tam bir teslimiyet içindedirler. Çoğu işlerini İlâhî ilhamla görürler.

Hazreti Mevlânâ, bu yüce insanların hâlini bir misâlle bize de hissettirmek ister. Denizde yüzen bir insanla, denize düşmüş bir cismin hareketini mukayese ederek şöyle der:

“Birincinin hareketi kendindendir. İkincisini ise, deniz hareket ettirir.”

Bu özel bir durumdur. Biz genele dönelim. Yani, avamın kadere bakışı nasıl olmalı, bunun üzerinde duralım:

Nur Müellifi, bu insanların musibetlerde ve maziye gömülmüş olaylarda kaderi hatırlamalarını tavsiye eder ve bunun faydasını da ümitsizliğe düşmemek ve gereksiz yere üzülmemek şeklinde belirler.

Birer misâl vereyim:

Mazide kaçırdığı bir fırsat için bir ömür boyu üzülüp dövünmenin insana hiç faydası yoktur, ama zararı kesindir. Bu adam, maziyi kadere havale etmeli, “bunda da bir hayır vardır,” diyerek hayatını çileden, azaptan kurtarmalıdır.

Bir kazaya uğramış ve yaralanmış kişi, “şöyle olmasaydı böyle olurdu, yahut keşke falan firmanın otobüsüne binseydim,” gibi sözler sarf etmek yerine, bunu kaderin bir tecellisi bilmeli ve tedavi çarelerine bakarak sabretmelidir. Çünkü olay onun iradesi dışında meydana gelmiştir ve geri dönüş de imkansızdır. Böyle bir adam için kadere iman tam bir teselli kaynağı olur.

Ama insan, yaptığı isyanlar için ve istikbâle ait olaylar hakkında bu şekilde düşünemez. Çünkü, işlediği günah için önünde tövbe etme imkânına sahiptir. Öncelikle bu yola girmelidir. Aksi halde, isyana ve sefahate devam eder gider. Öte yandan, bu günahlar bir insanın hakkına tecavüz şeklinde ortaya çıkmışsa, o kulun hakkının ödenmesi gerekir. İşi kadere yükleyip muhatabını mağdur edemez.

Bunlar isyana örnek.

İstikbâle gelince, insan, kaderinin ne olduğunu bilmediğine göre, cüz’i iradesini kullanmak mecburiyetindedir. O, kendine düşen görevi yaptıktan sonra, tevekkül yoluna girebilir. Yoksa tembelce oturamaz.

Sayfayı gözden geçirmeye devam etti.

— Bakın dedi, şu cümle de önceki konumuzu açıklayıcı mahiyette:

“Hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır.”

Bu harika tespiti bir misâlle açıklamak isterim:

— Anne rahminde bize takılan her cihaz bir sual yani bir sorudur. O suallerin cevabını bu dünyada bulmuşuzdur. Meselâ, ayak bir sualdir. O sualin cevabı yürüyecek mekândır.

Mide bir başka soru; bütün rızıklar o sualin cevapları.

Göz ayrı bir soru; cevabı güneş, ay ve bütün ışık kaynakları.

Bir diğer soru: Kulak. Cevabı bütün sesler âlemi.

İşte bütün bu sorular da cevaplar da Hak’tandır.

Bu misâlde olduğu gibi, işlediğimiz bütün iyilikleri Allah emretmiştir. Buna sual diyoruz. Onları işlememiz için gerekli bütün şartları da yine O hazırlamış. Bunlar da o sualin cevapları.

Az önce bu konu üzerinde durmuştuk. Bu kadarı yeter sanırım.

Arif Bey, bu açıklamalardan sonra ikinci sayfaya geçti ve şu cümleyi okudu:

“Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.”

Hayrı da şerri de Allah’ın yarattığı üzerinde daha önce yeterince durmuştuk. Şimdi sadece, yine bu külliyatın bir başka yerinde geçen harika bir misâli aktarmakla yetineceğim.

“Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle   ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.” Mektûbat

Demek oluyor ki, ateşin yaratılışı şer değil, ama ona dokunmak şer. Ve biz o ateşi, meselâ, bir soba ile kuşattığımız taktirde onun şerrinden emin oluruz ve onunla yemeğimizi pişirebiliriz.

Şerler olmasaydı, dünya imtihanı da olmazdı. Ve cennetten de söz edilemezdi.

Arif Bey, kitaba göz gezdirmeğe devam etti:

— Bakın, dedi. Daha önce konuştuğumuz bir konuya açıklık getiren enteresan bir cümle:

“Kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler.”

Gençlerin bakışlarından bir tereddüt okunuyordu. Kısa bir sessizlik oldu.

Çetin:

— Affedersiniz, dedi, bu konuyu ne zaman konuştuk.

Arif Bey, Murata dönerek:

— Sen hatırlayabildin mi? diye sordu.

— Özür dilerim, dedi. Ben de hatırlayamadım.

Arif Bey:

— Hani dedi, ‘kaderden söz etmenin mahsurlu olduğu söyleniyor” demiş ve bu konuda benden bir açıklama istemiştiniz. Ben de Kur’an-ı Kerimden Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır’ın (a.s.) seyahatini size nakletmiştim. İşte burada o konu işleniyor.

Hakiki illet: “Bir olayın meydana gelmesinin, yaratılmasının gerçek sebebi.” Zahiri illet ise “o şeyin görünürdeki sebepleri.” Bu sebepleri insanlar kendi akıllarınca ileri sürerler. Ama bunlar bir tahminden öteye geçmez.

Bize göre falan musibet şu sebepten dolayı meydana gelmiştir. Bunu böyle bilir ve böylece iddia ederiz. Halbuki, o olayın gerçek sebebi, yani İlâhî takdirin asıl hikmeti bizim idrak sahamızın çok ötelerinde kalır. Zaten, kader konusundaki birçok münakaşalar da bu noktadan kaynaklanmıyor mu?

Bu konuda, Nur Küliyatında geçen harika bir tespiti de size aktarmak isterim:

“Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez.”

Yani insan aklı sınırlı ve kayıtlı… İlâhî hakikatler ise mutlak, yani kayıtsız. İşte bu sınırlı akıl o sonsuz ve mutlak hikmetleri kavrayamıyor, anlayamıyor. Çoğu tartışmalar da bu sahada cereyan ediyor. Kaderin bu kısmı hakkında ileri geri konuşmak zarardan başka bir şey getirmiyor. Ve yasaklanmış!..

Arif Bey, kitabın yapraklarını çevirmeye devam etti:

— İşte, dedi, burada en çok münakaşa edilen bir konunun reçetesi var:

“İlim malûma tâbidir, malûm ilme tabi değildir”

Bu konu üzerinde Çetinle bir hayli durduk sanırım. Konuyu birlikte okursanız iyi olur.

Arif Bey, gençleri şöyle bir süzdü. Yüzlerinde yorgunluktan eser yoktu. Ama bu konuda daha fazla konuşmak da istemiyordu. Bazı noktaları zamana bırakmak, gençlere okuma, inceleme, kafa yorma fırsatı vermek gerekiyordu. Zaten vakitte hayli geçmişti.

Kitabı kapadı:

— Bu konuyu burada noktalayalım, dedi. Sonraki kısımları şimdilik kalsın. Gerekirse tekrar görüşürüz. Veya ben o konuları elimden geldiğince açıklayıp “İlim ve Araştırma Dergisi”nde yayınlarım.

Sözlerini:

— Bilmem ne dersiniz? diye noktaladı.

Murat, bu soruya:

— İkinci şık daha faydalı olur, diye karşılık verdi.

•••

Saat on ikiye yaklaşmıştı ki, gençler müsaade isteyerek evden ayrıldılar.

Arif Bey, iki gence bir iman rüknü konusunda yardımcı olmanın hazzını iliklerine kadar duyuyordu. Yattığı zaman başında müthiş bir ağırlık ve ağrı hissetti. Çok yorulmuştu. Ama o, bundan son derece mutluydu. Çünkü, insanlara faydalı olmak için gayret göstermiş ve bu yolda yorulmuştu.

Aksi de olabilirdi.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum