Fideizm [imancılık] ve Kur’an

İman, bilişsel değil duygusal bir tecrübedir. İmanda rasyonellik aranmaz, imanın mantıki doğruluğu sorgulanamaz. Çünkü bu objektif ve deneysel bir bilgi değil, deruni bir tecrübe, sübjektif bir duygu ve keşiftir. İmanın alanı bilmenin, düşünmenin, saptamanın, kanıtlamanın alanı değildir. İnanma bir sıçrama edimidir. Kişi adım adım ilerleyerek değil sıçrayarak imana ulaşır. Bu sıçramada etkin olan şey, dinin ve dolayısıyla ilahi fiillerin akılsallığı değil akıl dışılığı, anlaşılabilirliği değil anlaşılamazlığı, kanıtlanabilirliği değil kanıtlanamazlığı, bilinebilirliği değil bilinemezliğidir. Tanrı ve fiilleri bilgi ve düşüncenin konusu değildir. Dolayısıyla imanı gerçekleştiren şey de Tanrıyı bilmek ve eylemlerini anlamak değildir. Aksine Tanrının bilinemezliğini, kavranamazlığını onamaktır. [Vefa Taşdelen, Kierkegaard’ta Benlik ve Varoluş, Ankara 2004, s.253-258]

Fideizm [imancılık] veya ‘önermesel olmayan iman’ olarak tarif edilen bu yaklaşım, Batı dünyasında oldukça rağbet bulmuş Kierkegaard, John Hick, Richard  Swinburne gibi çağdaş teologlar ve din felsefecileri tarafından çok hararetli bir şekilde savunulmuştur. Blaise Pascal ‘’Ey beceriksiz akıl, zavallılığını anla. Ey budala doğa, sus, Tanrı’nın varlığını, kanıt ve tanıtlarla değil inanca varmakla elde edebilirsin” sözleriyle fideist olduğunu açıkça ilan eder. “Saçma olduğu için inanıyorum”  [Credo quia absurdum est] diyen Hıristiyan teolog Tertullian,  bu anlayışı çok veciz bir biçimde hulasa eder. Hıristiyan skolastiğindekiteslis gibi abes inanışları örtmenin ve kısmen bertaraf etmenin başka yolu yoktu. Bu anlamda Fideizm, Entüisyonizm[sezgicilik] ile garip bir akrabalık ilişkisi içerisindedir. Fransız filozof Henri Louis Bergson’un mimarı olduğu bu felsefi akım, tıpkı Fideistler de olduğu gibi Tanrıyı bilmenin düşünce ve akılla değil sezgi ve içe doğuş [sıçrama edimi] ile mümkün olabileceğini söyler.

Bir zamanlar bu düşünce ülkemizde bir moda halini almıştı. “Akıl’ı akıl ile mat ettim” diyen Bergson bir peygamber gibi selamlanıyordu. Necip Fazıl’dan Peyami Safa’ya, Yahya Kemal’den Ahmet H. Tanpınar’a, Mustafa Şekip Tunç’tan, Nurettin Topçu’ya varınca kadar bütün muhafazakar Entelijansiya bu akımın tesiri altındaydı. Günümüzde bile göğsünü gere gere, iftiharla “ben imancıyım” diyen bazı meşhur ilahiyat hocaları da öyle. İyi ama Kur’an bu düşünceye nasıl bakıyor? Onay veriyor mu acaba?

Aklı olmayanın imanı yoktur” ve “Allah, aklını kullanmayanların üstüne pisliği boca eder” [Yunus-100] ilkesini benimsemiş olan bir Din’in, bu anlayışı peşinen olumsuzlayacağı ve mahkum edeceği güneş gibi aşikar. Eş’arilik dışında -hafifçe bile olsa- bu anlayışa meyleden başka bir mezhep yoktur İslam da. Bu yaklaşımın doğasında yine Batı kaynaklı bir diğer akım olanAgnostisizm’in [bilinemezcilik] olduğu su götürmez bir gerçek. Agnostisizm, Ateizm’in [tanrı tanımazlık] ikiz kardeşidir. Bir Müslüman, Kuran’a ve İslam’a karşı ‘eleştirel’ ve ‘objektif’ bir tavır takınamadığı gibi agnostik bir tavır da takınamaz. Çünkü Kur’an, ona muhatap olan kişilerden aklını sonuna kadar kullanmaktan hasıl olan tam bir bağlılık, bir teslimiyet ve şüphesiz bir iman ister. Bu tarz yaklaşımların ise böyle bir ön-tavrı kabul etmeyecekleri ortadadır. Zira böyle bir ön-tavır onların nazarında ‘katışıksız bir doğmatizm’dir. Kur’an, muhataplarından ‘imanlı’ olmalarını ister ‘imancı’ olmalarını değil. Birincisinde akıl, sonuna kadar faal ve işlevsel iken, ikincisinde akıl dışlanmış ve devre dışı bırakılmıştır.

Kur’an’a dayalı her söylem, meşruiyetini, sadece kendisine inananların kabullerinde değil karşıtlarınca yöneltilen itirazları da geri çevirebilme kabiliyetinden alır. Bu ise söylemin, dayandığı kavramların ve esasların hesabını vermesiyle mümkün olur. Kuranı anlamanın nesnel koşullarından söz etmekten kaçınan -yani imancı olan- her teori ve tavır, bu yüzden fideisttir.Fideizm ise içine kapanmayı, iddialarını açıkça seslendirmemeyi öngördüğünden karanlığı sever, iddiasızdır, tutuktur, başkaldırmaz, meydan okumaz, eleştiriye açık olmadığından eleştirel tutumları hoş görmez. Halbuki İslam başlangıçta bir ‘başkaldırı’, bir ‘meydan okuma’ şeklinde ortaya çıktı, eleştirdi, karşı çıktı, eleştirilmeyi, karşılık görmeyi göze aldı, esaslarının açıkça ve herkesçe kabul edilebilir koşullarının [la reybe fih] bulunduğunu söyledi, hatta kendisine yöneltilen eleştirilere kutsal metninde yer vermekten bile kaçınmadı. Çünkü Walters’in belirttiği gibi “doğmatik eğilimin artması kişinin bir noktayı ispatlayabilme iktidarındaki zaafla doğru orantılıdır.” Bu itibarla İslam doğmatizm’i, agnostisizm’i, entüisyonizm’i şiddetle dışladığı gibi fideizm’i de şiddetle dışlar, kabul etmez.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum