Felsefe Ölümleri

Felsefe Ölümleri

Taha Çağlaroğlu'nun yazısı...


Benim sevdasına kaptırmıştı bir kez kendisini, vahiyle mübarezede karar kılmıştı. Bir cemre gibi düşmek istiyordu ruhlara. Seyyidinden kaçmış bir köleye benzediğini kabullenmiyordu. Bir mutluluğun, bir özgürlüğün dalına konmayı arzulamıştı. Dağ gibi ehramları istemişti kimi zaman; bazen kutsalsız bir özgürlüğü, tevekküle sataşmayı. Bir manken gibi giyinmeyi, kıskandırmak için başka fikirleri.

Sahiplenmeye kalkıştı güneşi, ayı, adaları, kıtaları, insanı, zerreyi. Sahibini unuttu. Bir tanrı olduğunu düşündü. Tanrının öldüğünü söyledi. İnsanları cehennemleştirdi. Ömrü çare aramakla geçti. Önce ölüme çare aradı, sonra can sıkıntısına. Unutmaya çalıştığı her şeyi, yarını. Günler geçip gidiyor, yaşlanıyordu insan. Dakikalar kırılıyordu. Gitgide suskunlaşıyordu hayat, tüm ihtişamına rağmen. Ölüme tosluyordu projeler. İtiraf etmediği için çare bulamıyordu aslında. Düşünce, bir cehennem gibi düşüyordu.

Hiççiliğe varıyordu yolların sonu. Kaç cana kıydığını kendisi bile unutmuştu artık. Ne ki her can kendi kendine bir sınır koymuştu, bir ilhama izin vermemişti, bir sözü azarlamıştı, bir reşhayı duymazlıktan gelmişti, bir şuayı göz ardı etmiş, bir imkânı reddetmişti. Bir lemayı terslemişti, alaya almıştı bir pencereyi. Bir mektubu yırtmıştı okumadan. Şimdi de ‘deniz bitti’ diye söyleniyordu. Dumanlanıyor, sızıyor, uyanıp yeniden canhıraş feryatlar koparıyordu.

Kavimler helâk olurken o oradaydı da, bir ders çıkarayım niyetinde değildi hâlâ. Bir kovana rast geldiğinde arının iğnesini görüyordu sadece. Bir fındık ağacı görse, fındık toplamanın zorluğunu. Getirisini. Bazen tenperestlik kesiyordu önünü, bazen hasta dünyaları. Efeleniyordu kimi zaman “Tanrı’ya benzeyeceğim” diye. İçten içe de hissediyordu O’na benzeyemeyeceğini, biliyordu yaratamayacağını. Fakat bir girdabın içine düşmüştü, kendisini atmıştı buraya, bir kertenkele çukuruna. Çıkamıyordu, çıkılması gerektiğini düşünmüyordu. Kendi etmiş, kendi bulmuştu. Kuş sesleri bile sinirine dokunuyordu. Coşkun bir ırmağın yediveren sesini dinlerken intiharı düşünmüştü çoğu kez. Bir cemre gibi düşmek istiyordu hâlâ ruhuna ve başka ruhlara.

Kanatlanmak güzeldi uçsuz bucaksız ülkelere. İnsan mutluluklarına kanat açmak hoştu. Haksızlığın, keyifsizliğin, kesintinin olmadığı bir dünya. Ne ki görünen böyle değildi. Hayat, sağlık, gençlik, kesintiye uğruyordu. Sonsuz bir gençlik yoktu yeryüzünde. Her şey birbirine düşman, herkes diğerine yabancıydı. İnsan da fırlatılıp atılmıştı bu ‘yabanıl’ beldeye. Sonsuz hayattan söz eden tüm söylemler afyondu. Fakat bu fanilik doyurmuyordu enginlere uzanan arzularını. Düşündükçe hiçbir kesin çözüm bulamıyordu, vahiyle mübarezeye kalkışan felsefe. İşin içinden çıkamıyordu. Yine de dünyevîleşme yolundaydı.

Çaresiz kaldığını hisseden bir felsefe, diğer felsefeden medet umuyordu, kuvvet alıyordu. Diğerine kuvvet gönderiyordu güya. Tanrılarına yalvarıyordu bazı zamanlarda. Böylece yalancı bir donanım ve güç hissediyorlardı kendilerinde. Lâkin yalnız kaldıklarında, hele hele geceleri uyumak için köşelerine çekildiklerinde bir ürpertiyle doluyorlardı. Sanki gizli bir el iniyordu yüreklerinin üstüne. Bir kuşku gibi. Sanki bir kudret vardı her şeyi kuşatan. Hastalık zamanlarında daha da güçleniyordu bu acayip duygu. Adını koymak zordu. Ertesi sabah da her şey değişmiş oluyordu. Yaratıcının sıfatlarında mı hata yapılıyordu?
Değişik giysilere büründü felsefe. Irkçı, hazcı, hiççi oldu. İnsanları tanrılaştırdı. Tanrı’ya benzemeye çalıştı. Ne ki, kâinatı yok edemedi. Gecelerde ve gündüzlerde duyduğu o sesi içinden uzaklaştıramadı. Hırçınlaştı bu yüzden. Kabir kapısında sona eren arkadaşlıklara ebediyet merhemini ulaştıramadı. Çare aramakla geçti ömrü. Mutluluklara, özgürlüklere, içtenliklere konmak istedi. Bir cemre gibi düşmek istiyordu ruhuna ve başka ruhlara.

Bir cehennem gibi düştü.