Evrim ve Kur’ân mucizeleri üzerine bilimsel bulgular hakkında

Yazımızın başlığına bakarak evrim ve Kur’ân mucizeleri hakkındaki bilimsel bulguları sıralayarak bunların güya İslamiyet aleyhine olanlarını çürütmeye veya lehte olanlarını göstererek bu delillere islamiyetin hakkaniyetini dayandırmaya çalışacağımızı zannedenler çok daha farklı bir içerikle karşılaşacaklar. Evet, biz bu yazımızda farklı bir şey yapacağız ve bu konulara Kur’ân’ın hakikî bir dersi olan Risale-i Nur’un ve Kur’ân’ın, ana maksatlar etrafında şekillenen ve meseleyi esastan kavrayan yaklaşım tarzını ifade etmeye çalışacağız.

İlk meselemiz şöyle bir sorunun cevabının, Kur’ânî yaklaşım tarzıyla nasıl verilmesi gerektiği ile ilgili: “İçinden tesadüf ve ateizmi çıkaracak olursak evrimi kabul edebilir miyiz? Tüm canlılar tek hücreden ve birbirlerinden gelişerek mi meydana gelmiştir?” Bu soruyla ilgili olarak geliştirdiğimiz cevabımız kısaca şudur:

Evrim ve tekâmül (gelişim) ayrı şeyler. Allah kâinatı ve canlıları belli bir gelişim süreci içerisinde yaratıyor. Birden bire “hop!” diye sihirbazın şapkadan tavşan çıkarması gibi yaratmıyor. Ama belki ilk bireylerin yaratılması yoktan olabilir, daha sonraki bireyleri yaratması ise belli fiziksel, tabii gelişim süreçleri içerisinde devam ediyor şeklinde düşünülebilir. Şöyle düşünelim, meseleye Allah tarafından bakalım ve öyle çıkarım yapalım.

Acaba sonsuz kudreti olan bir sanatkârın, yoktan hadsiz tuvaller ve resimler yapma kabiliyeti bulunsun da, her bir tuvale ayrı bir resim yapmasın, bütün resimlerini sadece tek bir tuvalde, o resimler üzerinde değişiklik yaparak resmetsin! Acaba mâkul müdür? Hiç böyle bir mecburiyeti veya gerekliliği var mıdır? İşte her bir canlı, belki her bir canlı ferdi bambaşka bir resimdir. Tabiat ise, o ferdlerin üstünde resmedildiği bir tuval gibidir. Bu konuda kendi kararınızı kendiniz verin. Hangisi daha akılcı görünüyor?

Şimdi burada evrimin tesadüfî gelişimi manasında değil, ilahî bir sanatkârın yaptığı, irade ettiği gelişim süreçleri anlamında bir evrimi (tabir yerindeyse) inkâr etmenin de çok anlamı yok. Çünkü kâinatta muazzam bir gelişim (tekâmül) süreci var zaten, gözle görülüyor. Bu manadaki sınırlı ve kısıtlı ve isminin de evrim olarak konulmasını çok da doğru görmediğimiz bir evrimi Kur’ân, İslamiyet ve biz zaten inkâr etmiyoruz.

Bir gelişim var kâinatta ama bu demek değildir ki, işleyicisiz oluyor bunlar. Allah gözümüz önünde çoğu şeyi yoktan yaratmıyor. Yoktan yarattığı şeyler de vardır. Bunlar hangileridir, bizim ilmimizce meçhul olan şeyler. Peki çok önemli mi bunlar? Bizce çok önemli değil. “Güneş nasıl meydana gelmiş? Hidrojen ve helyum atomunun reaksiyonundan mı, bir başka şekilde mi oluşmuş?” Bu soruların cevabı ve oluşum sürecinin nasılı yaratıcının varlığı noktasında çok önemli değil. Hiçbir süreç ve hiçbir bilimsel bulgu şu hükmü değiştirmiyor ve değiştirmeyecek, bunu anlamamız çok önemli: Burada bir intizam var, tesadüfen meydana gelemeyecek bir sonuç var ve bu sonuçtan yani görünen tasarım, sanat ve o tasarımın belli faydaları netice vermesi nedeniyle yaptığımız bir çıkarım var.

O çıkarım şudur: “Bu kocaman şuursuz güneş ve içindeki atomlar, kendi başlarına hareket etmiyorlar. Bir ilmin, iradenin ve kudretin eseri olmalıdırlar.” Kur’ân’ın esas maksadı, yaratıcıyı ve sanatkârı ders vermek ve eşyanın intizamından onun varlığına delil getirmektir.  Bu noktaya intikal etmek önemlidir. Kur’ân’ın ilgilendiği bakış açısı budur. Gerisi maksada zarar vermeyen teferruatlar hükmündedir.

Öyle olmuş ya da böyle olmuş, bu bilimin sahasıdır. Kur’ân, bu konuda tamamen serbest bir alan bırakıyor. “Siz araştırın, bunu siz öğrenin” diyor ve buna hararetle teşvik de ediyor. Ama süreci ve işleyiş şekilleri ne olursa olsun, nasıl bir tarzda meydana gelirse gelsin, şu intizama muhakkak dikkat etmemizi, o vesileyle yaratıcının varlığına ulaşmamızı istiyor. Çünkü intizam değişmiyor, ortada duruyor. Önemli olan da bunu fark etmemiz. Kur’ân da bu intizamı ders veriyor.

Evrim mi, bilim mi, tabiat mı, çoklu evrenler mi, yoksa yaratıcı mı? Böyle bir ikileme, böyle bir ayrıma, aralarında tercihte bulunmaya gerek yok ki. Hepsi bir arada çalışıyor zaten! Mekanizma tek! Bir uçağı termodinamik kanunundan ayıramazsınız, ayrı düşünemezsiniz. Bizim itiraz ettiğimiz nokta, neden o uçağın mühendisinin hesaba katılmadığıdır. Bütün derdimiz budur.

Bir yaratıcı bu kâinatı yaratmış, çoklu evrenleri yaratamaz mı? Kur’ân zaten “Âlemlerin Rabbi” diye başlıyor. Yani çoklu evrenler olunca ne olacak? Yaratıcı mı olmayacak? Ne münasebet. Yaratıcı çok sayıda evrenler de yaratmış olabilir.

Ya da diğer bir mesele, canlıların tesadüfen oluşamayacağını gördükten sonra, evrimle mi oldu, yoktan mı oldu, ne kadarı evrimle oldu, ne kadarı yoktan oldu çok önemli değil. Önemli olan, bu mekanizmanın tesadüfen işleyemeyeceği. Yoksa bir gelişim süreci içerisinde yaratmayı irade edip, o şekilde bir gelişime tabi tutarak da yaratabilir ki süreçlerini görebilelim diye. Nitekim öyle de yaratıyor.

Mesela anne karnındaki bebek birdenbire yoktan oluverseydi, biz o sanatı ve o mükemmel süreci gözlemleme fırsatı bulamayacaktık. Özellikle hikmeti de bu belki. Yoktan birdenbire yaratmıyor. Hem imtihan sırrına da aykırı. Maddî sebepler araya girmeden, zamansız ve yoktan, birdenbire yaratım olsaydı: “Aaa, hakikaten, bakın işte, Allah yaratıyor! Bu inkâr edilir mi?” denilecek ve ister istemez herkes kabul etmek mecburiyetinde olacaktı. O zaman da dinin insana yüklediği teklif ve imtihanın bir anlamı olmayacaktı.

Ama sürece bağlı olunca, bir zaman altına girince, bir takım sebepler de etrafta görününce, sanki tesadüfen oluyormuş gibi bir görünüm kazanıyor. Bitkilerin oluşum ve gelişiminin zaman süresini daraltmış, belki haftalarda oluşan bir gelişimi saniyelere indirmiş videolarda, o bitkilerin gerçekte mucizevâri bir şekilde çıktığı gözle de görünüyor. Ama zaman süreci içinde olmayıp da birdenbire olsaydı, bahsettiğimiz tarzda bir takım mahsurlar olurdu.

İkinci meselemiz, Kuran mucizelerinin bir takım bilimsel bulgular üzerine dayandırılması hakkında.

Kur’ân mucizelerini bir takım bilimsel bulgulara dayandırarak ispatlamaya çalışmak, bizce kısıtlı bir alandır. Çünkü diyelim ki, bir zaman sonra o bilimsel bulgunun yanlışlığı ispatlandı, ne olacak o durumda? Kur’ân’ın yanlışlığı mı ortaya çıkacak? Bu noktada şöyle de denilebilir ve deniliyor: “Siz bu bilimsel bulgular bulunduktan sonra ortaya çıktınız, Kur’ân bunlara işaret ediyor diye. Bu zamana kadar neredeydiniz?” Demek ki, böyle bunlara dayandırmamak gerekiyor. Bunlar sadece gösterge, işaret ve bilimsel bulgulara ters düşmediğinin gösterilmesi gibi noktalarda kullanılabilecek güzel argümanlar olabilir. Fakat davamızın gerçekliğini sadece bu bulgulara dayandırmak, bahsettiğimiz tarzda mahsurları sonuç verebilir.

Evet, bu tür deliller ancak takviye edici ve kuvvetli bir gösterge olabilirler. Hâlbuki bizim esastan, temelden gitmemiz gerekiyor. Risale-i Nur’un koskoca Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi harikulade bir şekilde Kur’ân’ın mucizeliğini ispatlayan muhteşem bir eser olduğu halde, bilimsel bir bulgunun üzerine bina edilmiş bir tane Kur’ân mucizesi örneği zor bulursunuz. (Kur’ân’daki peygamber mucizelerinin, teknolojik gelişmelere işaret ve teşvik ettiği ile ilgili olan 20. Söz ise, yaklaşım tarzı ve hareket noktası bambaşka olan bir risaledir ve bahsimizle direk ilgisi yoktur.)

Risale-i Nur eserleri kıyamete kadar bakî kalacak bir Kur’ân hakikatleri rehberi özelliği taşımaktadır. Kur’ân ve Risale-i Nur, eşyanın üzerindeki intizamı gösteriyor. Burada eşyanın oluş şekli, sürecinin ne olduğu ve nasıl geliştiği önemli değildir. O intizam ortada duruyor. Öyle olsun ya da böyle olsun, nasıl ortaya çıktığı önemli değil. Bilimsel süreci, işleyiş şekli farklı tarzlarda olabilir. Bilim bugün A derken, yarın B der, öbür gün C der. Ama intizam (düzenlilik) durduğu yerde güneş gibi parlamaya devam ediyor ve Kur’ân ve Kur’ân’ın bir dersi olan Risale-i Nur bize: “işleyiş sürecini de elbette araştırın fakat mutlaka bu intizamı görün!” diyor.

Meselenin sabitesi iman, deliller ise onlara yardımcı unsurlardır. O delillerin tek tek çürümesi veya farklılaşmasıyla, yukarda sabit bir şekilde duran iman gerçeği sarsılmıyor, ona bir şey olmuyor. O yüzden bilimsel bulgulara dayalı delillerden gitmemek, daha doğrusu iman hakikatinin gerçekliğini bilimsel bulgulara dayalı delillerle kesin olarak bağlamamak gerekiyor. Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesindeki tespitler bize çok daha sağlam, kesin ve sarsılmaz, değişmeye uğramayacak deliller olarak görünüyor.  Bugün Big Bang denilirken, yarın başka bir şey denilirse ne olacak? “Hani ayet Big Bang’i gösteriyordu, ne oldu?” denilebilir. Böyle bir sorun olmaması açısından, delilleri o noktalara çok da fazla bina etmemek gerekiyor.

Risale-i Nur’un Kur’ân’ın ve islamiyetin gerçekliğini bilimsel bulgulara dayandırmayan, tamamen orijinal deliller ortaya koyan Kur’ânî bir yol olduğunu görüyoruz ve bu manada çok özelleşmiş bir kitap olduğunu düşünüyoruz. Kur’ân mucizelerini anlatan belki yüzlerce kitap var, çoğu da güzeldir, faydalıdır. Fakat Risale-i Nur daha sağlam, geniş ve Kur’ânî bir cadde önümüze koyuyor. Sarsılmaz, değişmez delillerle esastan gidiyor.

100 sene sonra da olsa, 200 sene sonra da olsa, hangi bilimsel gerçek ortaya çıkarsa çıksın Risale-i Nur’un delilleri sabittir. Herkes tarafından anlaşılabilir, herkes tarafından kullanılabilir, herkes tarafından kabul edilebilir; değişime de uğramaz, kıyamete kadar rahatlıkla kullanabilirsiniz o delilleri. Şahsi kanaatimizce Risale-i Nur gibi ikinci bir örnek, bu yüzden yoktur. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum