Esma-yı İlahîye Mânâları Ya da Kesrette Boğulmak

Ehl-i Keşiften Ladik’li Hacı Ahmet Ağa’ya bir gün abdest alırken Hocası (yani Hz. Hızır) seslenir;

-Ahmet, sana abdest almayı bir türlü öğretemedik.

Hacı Ahmet Ağa;

-Ne yapayım efendim. Bir çobanı peşinize taktınız. Bizden ancak bu kadar olur.

Hocası;

-Ahmet! Ahmet! Kalb-i Selim arıyorlar…

Kalb-i Selim; Mânâyı arayan, mânâya nazar eden, mânâyı idrak edebilen kalb.

Öyle ki kalb; latif bir hal almasıyla kesif madde âlemini geçip mânâ âlemine, eşyanın melekûtuna nazar ediyor. Rabbimizin eşyaya dercettiği İlahi mânâlara, esma mânâlarına ulaşıyor.

Ulu’l elbâb! Lübb’lerin sahipleri. Eşyanın özüne (mânâya) vukufiyeti olanlar…

Yani kalb-i Selim sahipleri.

Bir kısım ayetlerde (Bakara-269; Âli İmran-7, 190, 191; Mâide-100; Ra'd-19; İbrâhîm-52; Sâd-29, 43; Zumer-9, 18, 21) Rabbimiz, ulu’l elbâb’a hitap eder. Eşyanın özüne eren, nazar eden, Kalb-i Selim sahiplerini muhatap alır.

İnsan ve Kâinat!

Kalem-i kudretle ve kayyumiyetle yazılan iki küllî kitap, iki küllî âlem. Kâinata ne yazılmışsa insana da o mânâ yazılmış.

İsm-i Zahir penceresinden kâinata nazar edilse evvela cismaniyet olan madde âlemi (arz); sonra içinde âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah, âlem-i arş gibi manevi, semavi âlemler nazara geliyor.

İnsana bakılsa; evvela maddi beden denilen cismaniyet sonra onun içinde mânâ bedeni olan kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa gibi latifelerden müteşekkil maneviyat...

Âlemdeki her suretin arkasına (melekutuna) mânâ ikame edilmiş. Madde o mânâ ile kaim olmuş, ona dayanıyor, o mânâ ile vücud buluyor. İlahî ilmî mânâlar ve o ilmî mânâlara bakan İlahî ünvanlar yani esma-yı İlahîye…

Mimarlık bir ilim ise; mimar, o ilmin mânâlarını kendisinde toplayan bir ünvandır. Mimar ünvanı altındaki mânâlar, değişik formlarda örneğin eserlerde, eserlerdeki işleyişlerde (fillerde) görülür.

Rabbimizin her bir eseri İlahî ilmî ünvanlar olan esmaya (İlahî isimlere) bakmaktadır. Kâinattaki her şey, esma mânâlarının bir nevi cisimleşmiş formlarıdır. Mânânın, madde yüzünde görünmesidir (tezahürüdür).

O halde kâinattaki her nev’i kemalat esmadandır, esma-yı İlahîye’dendir.

Peki İnsanda Esma Mânâlarını Okuyacak Mekanizma Var mıdır?

İnsandaki zahiri ve batıni duyguların (letaifin) her biri kâinatın muhtelif âlemlerine anahtar hükmündedir. İnsan cismaniyeti ile kâinatın cismaniyetini, maneviyatı ile kâinatın mânâ yüzünü idrak eder.

İnsan, kâinatı ve tüm kevniyatı okumaya, ilmetmeye (ta’lime) memur edilmiş. Bu maksada uygun cihazlar, hem cismaniyetine hem de maneviyatına dercedilmiş.

Peygamberimiz (AS)’a evvela oku emredilmiş. Yaratan Rabb’inin ismiyle oku! (Alak-1)

Hz. Âdem (AS) ‘a ta’lim-i esma ile evvela esma ta’lim edilmiş, öğretilmiş. Esma mânâlarının, Hz. Âdem (AS) ’ın maneviyatında tezahürü ile maneviyatının o külli mânâlara mazhariyeti melekleri hayrette bırakmış…

Bu asırda insan ise madde âleminde kaybolmuş. Marifet-i İlahîye’ye, İlahî mânâları ilmetmeye memur edilmiş iken mânâları bırakmış, zillete düşmüş. Hâlbuki maddi ve manevi tekâmülü ve saadeti, esma mânâlarına mazhariyetine bağlı iken…

Kâinattaki her şey bir veridir ve ona nazar eden insana bir enformasyon, bir veri akışı sağlar. Örneğin, yaprak bir veridir; taş ve toprak bir veridir. Her bir maddenin içerisinde yüzlerce ilim mânâsı vardır. Kütüphaneler dolusu ilmî mânâlar o çiçekte, o taşta, o yaprakta hâsılı eserlerde görülür.

Ancak zuhurat (görünmeler) birkaç perdede olur. Evvela, eserin şeklinde, biçiminde; sonra daha derinde onun içindeki işleyişlerde… (eser ve ef’al).

Hem eserlerin şekilleri, biçimleri, hem de onlardaki işleyişler surettir. Hem biçimler, hem de işleyişler (ef’al), mânâya bağlıdır. Ancak mânâ onlara bağlı değildir. Yani asıl olan; sabit ve daimî olan mânâdır. Madde, o mânânın hükmüne göre suret alır.

Mânâdan Surete!

Örneğin, bir resimde görünen renkler, biçimler suretler; ressamın, o resme ikame ettiği mânâlara göredir. Mânâlar, ressamın mânâ âleminden, düşünce âleminden çıkmış; şekiller, renkler gibi maddi formlara (suretlere) dönüşmüştür. Resimde; mânâya göre çizgiler, renkler şekil almış ve öylece görünür olmuştur (tezahür etmiştir).

Bir tiyatro sahnesinde ise şekiller, biçimler yanında faaliyetler, işleyişler (ef’al) de görülür. Hem şekiller hem de faaliyetler, fiiller (ef’al) surettir. Mânâ tezahürleridir. Oyunun maksadı, mânâyı; mânâ sahibinin mânâ âleminden, seyircinin mânâ âlemine taşımaktır. Aradaki şekiller, biçimler, işleyişler yani suretler ise bizi mânâya ulaştıran araçlardır. Asıl değillerdir.

Suretten Mânâya!

Seyirci, sahnedeki biçimlerden, oyundaki işleyişlerden yani suretlerden mânâya ulaşır.

İşte kâinattaki her faaliyet, her eser birçok ilmî mânâya ve birçok ilmî ünvana (esmaya) bakıyor.

Rabbimizin ilmi, sonsuzdur. İnsan ise limitli idraki ile sonsuzluğu algılayamaz, idrak edemez. Varlık planında; o sonsuz ilim, insanın idrakine beyan gibi hikmetlerle zişuura algılanır kılınmış ve suretlere bürünmüş öyle görünmüştür. (teşahhus ve taayyun).

İnsan, cismaniyet ve maneviyatına konulmuş duyguları (latifeleri) ile kâinata nazar eder. Cismaniyeti ile eşyanın maddi vechi olan suretine, maneviyatı ile eşyanın melekutu olan mânâ âlemine nazar eder; okur ve esma mânâlarına ulaşır.

İlim ile Fen Aynı Şeyler Değildir!

“Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış.”

(Sözler, 11. söz)

Mânâlardan bir kısmı suretler şeklinde, Hazineler gibi herkesin görmesine, müşahedesine açık iken; bir kısmı, defineler gibi daha derinde ve daha değerli olan servettir ki sadece has bir kısım eşhasın (müminin) nazarına açıktır.

Fen; eşyayı sadece suretler (eserler ve ef’al/işleyişler) düzeyine kadar araştırma ile elde edilen ve hazineler gibi herkesin nazarına açık verilerdir. Görme, duyma, koklama, tatma, dokunma gibi zahiri latifeler ve akıl kâfidir. Ancak, sadece sureti gören (materyalist) nazarla, suretten mânâya gidemeyip kesrette boğulabilir. Ya da münevver akıl olsa; mânâ-yı harfi tarzda bir anda suretten mânâya geçer ve ilme’l yakin idrak eder.

İlm ise; kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa gibi latifeler ile defineler gibi kıymetli esma mânâlarını idrak çabasıdır; mânâyı, derinden alıp zuhura çıkarmaktır. Kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa latifeleriyle aynel’l yakin, hakka’l yakin, hatta sırr’el yakin mertebelerinde mânâya vukufiyettir.

Mânâ yolculuğu önce eser, ef’al (işleyiş) düzeyinden başlar; esma-yı İlahîye, sıfat-ı İlahîye ve şuunat-ı İlahîye mertebelerine kadar devam eder.

Mânâya Uzak Kaldık Bu Âlemde!

Materyalist bilim, mânâya kör nazarıyla sadece suretler, yani eşya ve işleyişleri incelemiş; fennen ve aklen tekâmül etmiş, ancak suretten mânâya geçememiş, eserdeki mânâyı esere vermiş, azim bir şirke düşmüştür. Diğer taraftan esma mânâlarına, en azından eser ve ef’al düzeyinde yakınlık bile ona şimdiki medeniyeti vermiştir.

Biz ise dünya ilmidir deyip eser ve ef’al mertebesi olan fen ile iştiğal etmeyip, hele hele mânâya (esmaya) giden yolları da kapatıp esmayı kendimize küstürmüş, zillete mahkûm olmuşuz. Ne fen, ne de ilm yollarına düşmüşüz.

Unutmayalım ki Hz. Süleyman (AS)’ın hem ilmi hem fenni, bugünün zalim batılı devletlerinin fenni gibi olan Belkıs’ın fennine galip gelmiştir.

Her gün; dünyanın keşmekeşi, alış verişi, siyaseti, ticareti yani her türlü suret içinde mânâyı bir kenara bırakmışlığımız, mânâya küskünlüğümüz

“Bişnev in ney çün hikâyet mîküned”,

“Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned.”

(Dinle Neyden ki hikâye ediyor.

Ayrılıklardan şikâyet ediyor. ) (Mevlana Celaleddin)

Hz. Mevlana, bu âleme gelmekle mânâdan ayrı düştüğüne feryad edip, yanarken; biz, surette boğulmuş, her halimizde sureti esas alır olmuşuz. İlahî mânâlar, maneviyatımıza bu kadar yakın kılınmış iken nazar etmiyoruz.

Demiyorum ki maddeye küselim. Tam tersine maddeye hem fen hem de ilm düzeyinde nazar edelim, ancak mânâ-yı harfi yani bizi mânâya götüren bir nazarla…

Annene bir çiçek versen; annenin maneviyatı çiçeği görmez, senin mânâ âleminin çiçeğe yüklediği sevgi mânâsını görür. Senin mânâ âleminden gelen sevgi mânâsı, O’nun mânâ âlemine, maneviyatına geçip, onu mutlu eder. Sevgi mânâsı bir âlemden çıkmış, bir başka mânâ âlemine geçmiştir.

Oysa Rabbimiz, her bir esere hangi Rahman mânâlarını, hangi Rahim mânâlarını yazmış bir bak! Kâinatı içindeki müştemilatıyla ve onlara yüklediği âli mânâlarla önümüze sermiş.

Sadece eserlere nazar etmekle, onlardaki Rahman, Rahim, Hannan gibi mânâlara bakmamakla nasıl bir hazineden, nasıl bir mânâdan ve kimden gelen bir mânâdan uzak kalıyoruz?

Maneviyatımız ise o mânâ okyanusundan gelecek her bir damlaya ziyade müştak ve muhtaçtır. Bizi her çeşit ilmin zirvesine, marifet ve muhabbete, Mahbub-u Hakikiye ve aşka götüren esma mânâları…

Hele de mektubat-ı Samedaniye olan o mânâlara Rabbimiz, has bir muhatap eylemişken! O mektubun zarfıyla alakadar oluyor, içindeki mânâya bakmıyoruz!

O halde şu suret ve kesret âleminin çöllerinden çıkıp, ehadiyet âleminde esma manalarına nazar ile vahdet mânâsına erişmeye ve marifete ne dersiniz?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum