Esmâ ve İnsan

Tefekkür ve tezekkürle Esmâ-i Hüsnânın sırlarına erişmede takip edilecek yol şöyledir: eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât.
Cenâb-ı Hakk’ın yaratması esnasında sıra şu şekilde birbirini takip ediyor: Zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser.

Daha hiçbir varlık yok iken bu ismler vardı, ancak tecelli etmemişlerdi.
Zıtlar bu dünyada birbirine karışmış… Tecelliyat-ı esmâ birbirine karışmış, tâ ki  imtihan sırrını vermek için… Zıtlar birbirine karışınca; imtihan sırrı için dünya yaratılmış. Dünya denince, küre-i arz değil sadece, alem-i kevn ü fesad murattır. Yıldızlardan arşa kadar hepsi bu âleme dahildir.

Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ  ve Sıfatına ayna  olmak birkaç bakımdan gerçekleşir:
Biri; zıddiyet itibariyledir. İnsan hasta olur, Cenâb-ı Hak şâfidir, şifa verir. İnsan bu yönüyle meleklerden daha  büyüktür. Cebrail (a.s), Mikâil (a.s) büyük meleklerdendir. Bunlara sorsan ki, bana Cenâb-ı Hakk’ın Şâfî ismini anlat, onlar bilmezler. Çünkü hasta olmazlar ki, şifanın ne olduğunu anlasınlar.
Cenâb-ı Hakkın esmâ ve sıfatına en geniş manasıyla ayna olan insandır. İnsanın en câmi’î ise Hz.Muhammed (A.S.V.)’dır.
İnsanın büyüğü meleklerin büyüğünden daha büyüktür.
Cebrail (a.s) ne kadar büyük bir melek olsa da,  Resûlullah (A.S.M) ondan daha büyüktür. Çünkü âyine-i câmia, Esmâ-i Hüsna için insandır.

Meselâ; Hz. Cebrail acıkmaz, Rezzak isminin aynasını tam olarak anlaması mümkün değildir. O, Hakîm isminin a’zâmî mertebesinde Allah’ı tanır. Rahîm isminin a’zâmî mertebesine çıkarak Cenâb-ı Hakkı bilir. Fakat Allah Teâlanın Şâfî ismini beşerin en yüce mertebesinde bulunan Resûl-i Ekrem  (s.a.v) kadar bilemez. O’nu Rezzak ismiyle tanıması mümkün değil, çünkü zıddı Cebrail’de mevcut değildir.
Cinsiyet  kavramını melek bilmez. Erkeklik-kadınlık insana mahsusutur. Melekler için böyle bir şey söz konusu değildir. “Lem yelid ve lem yûled= Ne doğmuş ve ne de doğurulmuştur” hakikatini anlayamaz.  Bu konuda insan kadar takdîs vazifesini yerine getiremez. İnanır, bilir, ama insanın derecesine çıkamaz. Çünkü zıddiyet kavramı yok… Ama insan bu zıtlar itibariyle Cenâb-ı Hakk’ı kemal sıfatlarıyla bilir ve tanır.
İkincisi; insan nakş-ı sanat itibariyle Esmâ ve sıfata aynadır. Sanatkârın nakş-ı kalemi onun üzerinde görülmektedir. O sanatın Sani’îni tarif eder. Bu zıddiyetle bilinir. İnsan masnûdur, Allah Sânîdir. Hem nakış , hem de sanat itibariyle Sâni’ini gösterir. İnsana kim bakarsa baksın, bu nakşın bir Nakkaşı, bu sanatın bir Sanatkârı, bu hilkatın bir Hâlıkı, bu fıtratın bir Fâtırı  olduğunu anlar.

Üçüncüsü; Numûne itibariyledir ve en mühimi de budur. Yedi sıfat insanda toplanır.
Sübutî sıfatlar:
1-Hayat
2- İlim
3- İrade
4- Kudret
5- Sem’ (işitme)
6- Basar (görme)
7- Kelâm
8- Tekvin (Yaratma, var etme.) Tekvin sıfatı Maturudî mezhebine göredir. Diğer İtikat imamımız İmam Eş’arî, bu sıfatı müstakil bir sıfat olarak düşünmez. Böylece bu mezhepte Sübutî sıfatlar yedi tane olmuş olur.
Vicdana müracaat edilirse bunlar görülür. Bu yedi (veya sekiz) isim, doksan dokuzun, doksan dokuz isim de bin bir ismin merkezi ve çekirdeği mesabesinde  hulasasıdır.
Bir nevi insan üç yönüyle, yani zıddiyet itibariyle, nefis itibariyle ve numûne itibariyle Esmâyı yansıtır ve ilan eder.
Bu yedi sıfat insanın dışında hiç bir varlıkta kâmil mânada bulunmamaktadır. Cemadatta, nebatatta ve sair mevcûdatta bulunmaz. Yerde, toprakta, havada, semada yoktur…

Melek büyüktür. Ancak şerri irade olmadığı için, makamı sabittir ve insana yetişemez ve hakkıyla bütün sıfatlarıyla Allah’ı tanıyamaz. İşitme duygusu var, ama şerri şer olarak duyamaz, Allah hesabına baktığı için bilemez. Hayrı/ şerri en ince noktasına kadar birbirinden ayıracak olan insandır. Demek ki yedi sıfatın menbâ’ı insanda mevcuttur.
İnsanda çok âlemler var. Hayal âlemi, âlem-i misalden gelmedir. Hâfıza Levh-i Mahfuzdan gelmedir. Yani insanda Levh-i Mahfuzun özeti bulunmaktadır. Levh-i Mahfuz da, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) hâfızasından, âlem-i misal O’nun hayalinden yaratılmıştır. Resulullah’ın âlemin çekirdeği olması hakikatı buradan gelmektedir.
Âlemde ne varsa özü insanda  var. Resûl-i Ekrem’in cesedinde  ve ruhunda ne varsa, bu âlem de o tarzda yaratılmış ve geliştirilmiştir. Âlemlerin her biri, bir tek ismin mazharı ve tecellisidir. Tamamı insanda toplanınca bütün Esmâ insanda toplanmış, temerküz etmiş olmaktadır.

Âlem, tafsilatıyla (ayrıntısıyla) Esma-i İlâhîyi gösterirse, insan da mücmelen (özet olarak) gösterir.
Öyle ise insan, şu âlemin tamamının hulasası olmakla beraber, insanda öyle nesneler var ki, âlemde yoktur. Bu yönüyle insan Kâinatın sultanı olma vasfını hak kazanmış ve en mükemmel bir tarzda Allah’ı tanıma ve mârifet  cihetiyle üstünlük insana verilmiştir.
Acz ve fakrın en son mertebesine inmiş ve onu yaşamış olan Resûl-i Ekrem’dir. Ve bu yönüyle en kâmil mertebeye yükselmiştir. Çünkü; günahın, şirkin kokusu O’na asla yaklaşmamıştır.
Risale-i Nur mesleği acz-ı mutlak, fakr-ı mutlak mesleğidir.Bazı ehl-i tasavvuf sekr (mânevî sarhoşluk) sebebiyle insanın ayinedarlık meselesini tam anlayamamış…Bir kısmı müstağrık, bir kısmı âşıktır…Bu yüzden sorumlu tutulmamışlardır.
Bunun içinindir ki,  Rahmân’ın hakîkî arşı, Nur-u Muhammedî  itibariyle insandır.
Arş da, ferş de, Kürsî de, Semâ da, Melek de, Kâbe de; hepsi ruh-u Muhammedî itibariyle arş-ı Rubûbiyetin merkezi olan  kalb-i insan üzerine çalışmakta ve ona hizmet etmektedir.
İşte insan,  bu kadar sırlarla örülü ve İlâhî muhatap olarak incelenmeye değer bir kitap, araştırılmaya değer bir muamma, okunmaya değer bir mektup, tanıtılmaya  ve tanımaya değer bir varlıktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum