Esbaba tapanlar ve tabiatperestlerin cehaleti

İkinci Şuayı Anlamak - 30

Bütün eşyanın bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilmesindeki kolaylık ve sebeblerle tabiata havale edildiğinde ortaya çıkan zorluk izah edildikten sonra İsm-i Ferd’in Dördüncü İşaretinin Üçüncü Nokta’sında bir misal ile esbaba tapanlar ve tabiatperestlerin hâli nazara veriliyor.

Misalde, üstadlığı vasıtası ile hünerlerini ve kemâlâtını göstermek isteyen bir zât bir bütünün[i] mesela; bir fabrika, bir saray, bir saat veya bir kitabın ama harika bir fabrika, acib bir saat, muhteşem bir saray ve mükemmel bir kitabın cüzlerini ve çarklarını çok muntazam olarak ve sanatını konuşturarak hazır ettikten sonra o parçaları bir araya getirerek işlettirmesi gayet kolay olduğu ve o fabrika, saray, saat veya kitabın vücudunun cüzlere ve çarklara havalesi ne derece müşkül ve abes ve israf olduğu anlatılıyor.

O parçaların her birinde ustasının san’atı ve hünerleri kendini göstermektedir. Usta için o parçaları bir araya getirerek neticeyi hâsıl etmek son derece kolaydır. O çarkların kendi kendine fabrikayı yapmaları ya da kalem ile kağıdın kendi kendine kitabı yazmaları için çok masraflar ile her bir cüz’ün mesela her bir çarkın başlı başına kendisi bir fabrika hükmüne getirilmeli ki bu da hem masraflı hem de ustanın gayesine zıttır.

Bir netice için bütün parçaları yapıp bir araya getiren usta elbette o neticeyi o parçalara vermez. Sadece o parçalar ile o netice beraber görünür. Yani; çarklar olmadan makine, kağıt kalem olmadan kitap görünmez. Fakat bu demek değildir ki kitabı kalem yazdı ve makineyi çarklar yaptı.

Yirmibeşinci Söz olan Mucizât-ı Kur’aniye Risalesinin İkinci Şulesinin İkinci Nurunda Yedinci Sırr-ı Belagat’da sebebler ile onların neticesi olan müsebbeblerin (mesela göz ile görmenin, ağaç ile meyvenin) zahir nazarda dağın tepesi ile semanın eteği gibi bitişik göründüğü fakat aralarında hadsiz sema kadar mesafe bulunup oradan Esma-i İlahiyenin birer yıldız gibi tulû ettiği izah edilmiştir. Demek sebeb ile o sebebe takılan netice her ne kadar bitişik ve sanki netice sebebdenmiş gibi görünse de sebebi ile müsebbeb arasında hadsiz bir mesafe vardır ve o manevi mesafede Esma-i İlahiye görünür.

Sebebler, buradaki misalde bahsedilen cüzlerdir. Sebebler de Sani-i Hakîm’in sanatlarını gösterir tarzdadırlar. Bu sebeblerin kendileri üzerinde gösterilen müsebbeblere sahip olmaları ise muhaldir. Tabiat da şeriat-ı fitriyey-i İlahiye’nin adıdır ki matbaa-i İlahiyye[ii] de denir. Yani; Sani-i Hakîm’in yaratılışa dair kuralları manzumesine verilen bir isimdir. Tabiatın ve sebeblerin icraatta bulunan olmadıkları Tabiat Risalesinde izah edilmiştir.

Sebeblere ve tabiata tesir vermek ise imanla bağdaşmayacağı Emirdağ lahikasında böyle ifade edilmiştir: “Yoksa, ‘bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır, irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. [iii]

Yirmiikinci Söz’de belirtildiği gibi sebebler sadece aklın zahiri nazarında perde olmak üzere vaz’edilmişler; iş gören ise Kudret-i Samedaniyedir. İzzet ve azamet perde ister ki eşyanın mülk veçhinde bulunan bazı hallere merci ve medar olsunlar. Tevhid ve celal ise sebeblere hiçbir hakiki tesiri vermiyor. “Risale-i Nur’da tabiat ve esbab” başlı başına bir çalışma konusudur. İlgili parçalar bir araya toplanarak yapılacak bir ‘cem’ çalışması onu takib edecek çalışmalara kapı açabilir.

Her şeyin bizzat Kadîr-i Hakîm’in irade ve kudreti ile olduğunu bilmeye bizi götürdüğü için sebeblerin ve tabiatın tesiri olamayacağını anlamak mühimdir.

Tabiat Risalesinde de belirtildiği üzere tabiata ve sebeplere tesir verenler sathi bir nazar ile baktıklarından buna ihtimal verebilmişlerdir. Bir de kasıtları Allah’ı inkar etmek olanlar kendilerini buna mecbur bilmişlerdir.

Kainata Halıkımızı sorarak bakabilmek kıvamına geldiğimizde daim hayran hayran dolaşmaktan kendimizi alamayız. Güzel isimlerin müsemması olan yaratıcımızın eserleri olduğuna şuurumuz olsa “hayret ve muhabbetle secde[iv] tadında hayatımız devam eder. Zira her an Leylasından bir mesaj alan Mecnun misali olur halimiz. Her yaprak her çiçek her bir tahavvül bize Rabbimizden haber verir. Nefsimizin hoşuna gitsin gitmesin başımıza gelen her iş O’ndan gelen bir mesaja dönüşür. Cehaletin yakın akrabası olan ülfetten yakamızı bir silkeleyebilsek “Sübhanallah, Maşallah, barekallah, fetebarekallahu ahsenil Halıkîn” kelimelerini vird-i zeban etmekten geri duramayız.

Yazık ki “tabii öyle olacak” gibi bir nazar içimize işlemiş ki bahar çiçeklerine bile hayran kalmaktan bir derece mahrumuz. Şükürler olsun ki Risale-i Nur ülfet perdelerini parçalıyor fakat Muhakematta da bildirildiği gibi nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir[v]. Sathi bir nazar ile okuduklarımız ise bizde bilgi olarak kalabilir de onun bizi taşıdığı nura kavuşmak zor olur.

Rabb-ül Alemîn’in en antika san’atı olan insan kendisini yutmuş olan nefis balığının karnından bir inayet ile çıkabilip kendisini bir san’at eseri olarak temaşaya muvaffak olursa tüm kainatta tecelli eden isim ve sıfatları kendi yanındaki hazır ayinesinde temaşa edebilir; kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfat ve esmayı tasdik eder[vi].

Halık-i Rahîm’i tanımadan, eserlerine ve icraatına şahit olmadan, isim ve sıfatları ile O’nu bilmeden “tabii ki her şeyi Allah yapıyor” gibi bir toptancılık ise bizi tahkike götürmeyeceği açıktır. Tenezzülat-ı İlahiyesi ile bize neyi neden nasıl yaptığını bildirmesi ise Kerem ve Lütfundandır. Rabbimiz bize kendini bildirmek, icraatını izah etmek, göz önündeki eserleri ile kendini tanıttırmak gibi bir lütuf ve ikramda bulunsun da biz O’nu tanımaya çalışmayalım ve mülkünü sebeplere verelim hak mıdır?

Eğer sebeblerin en büyüğü olan insan konuşmasında, yemesi ve içmesinde dahli pek az ise ve kainatın kendisi ile iftihar ettiği, mahbub-u kulûb ve Habibullah olan Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam en çok kullandığı yemin “Muhammed’in nefsi elinde olana yemin olsun ki” kelamı ise, hangi sebeb hangi tabiat Rabb-ül Âlemîn’in hangi icraatına ortak olabilir. Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı da çok latif üslub ile zerreden yıldıza kadar mevcudatın sahneye koydukları İlahî senaryoyu deşifre ediyor.

Esbaba tapanlar ve tabiatperestler ise sebebler silsilesi ve tabiat için bir harici vücut vehmediyorlar ve fail kabul ediyorlar ki meyve sularının kutularına kadar “doğa bu meyveleri bize hediye etti” yazıyorlar. Bir ikramın varlığını itiraf etmemek ellerinden gelmiyor da ikram edeni tanımak istemiyorlar.

 

 

[i] İsm-i Hakem’in başında da kainatın bu tekliği ve bütünlüğü, bölünmez külliyeti nazara verilmiştir. Eserdeki teklik sikkesi, bir elden olduğunun delilleri eser sahibinin ve eserde daim icraatını gösterenin tekliğinin delili olduğundan kainattaki bu tekliği görmek, onun sahib ve mutasarrıfının tekliğini görmenin de ilk adımıdır. Hikmeti görmek bütüne bakabilmeyi gerekli kılar, Musa Aleyhisselam ile Hızır’ın seyahatleri buna da işaret etmektedir.

[ii] Muhakemat s.126 (Envar N. 2004)

[iii] Emirdağ Lahikası - 1 s.203 (Envar Neşriyat İstanbul 1996)

[iv] Namazımızdaki secdeden gayrı bir de her an hissen secdede olabilmek hali vardır ki; Rabbimizin isim ve sıfatları ile, şeriksiz Rububiyyeti ile kainattaki daim tasarrufunu fark edip kendimizin ve mahlukatın aczini ve fakrını derk ederek fiilen, amelen ve kalben Subhanallah, Allahuekber, Elhamdülillah demektir ki Dokuzuncu Söz’ün Birinci ve İkinci Nüktelerinde yer verilmiş.  

[v] Muhakemat, Envar neşriyat 2004- İstanbul s.94

[vi] Emirdağ Lahikası -1 s.146 (Envar N. 1996)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum