Ermenilerden özür dilemek olayı çözer mi?

Yaşlı bir halam vardı 1985 yılında 78 yaşında vefat etti vefat ettiğinde ben 25 yaşlarındaydım yani anlattıklarını çok iyi anlıyordum. Kendisi 1. dünya savaşını 7 yaşındayken görmüş ve en acı şekilde yaşamıştı.

Ruslar, Ermenileri yanlarına alarak Van, Muş ve Bitlisi istila edince dedem yani halamın babası halkla beraber Diyarbakır tarafına göç etmek zorunda kalmış. Biz buna muhacirlik derdik. Yani, bir milattı geçmişten bahsedince “muhacirlikten evvel, muhacirlikten sonra” denirdi. Dedem, göç ederken 7 yaşındaki küçük halamı, annesini hanımını yanında götürme cesareti gösterememiş. Halam Bitlis’te bir kısım kadınlarla beraber bir evde mahsur kalmış. Kendi ifadesiyle Ermeniler geldiğinde 40 kadar kadınla beraber evin tandır odasında (o dönemde fırınlar olmadığından ekmek evde pişerdi kış aylarında bu işi yapmak için evin bir odası bu işe tahsis edilirdi imkanların zayıflığı nedeniyle bu odalar biraz büyük tutulur ekmek pişirildiğinde yanan odunların sıcaklığından istifade etme cihetine gidilirdi. Yani o oda aynı zamanda kış aylarında oturma/yatma odası olarak da kullanılırdı) saklanmaya çalışmış. Küçük olduğundan bu odada bulunan tandırın içine (içinde ekmek pişirilen yere gömülmüş büyükçe küp/bir çukur) saklanmış.

Ermeniler gelip bu kırk kadar kadını oracıkta kılıç darbeleriyle doğramışlar. Tandıra bakma ihtiyacı hissetmediklerinden olacak halam öldürülmekten son anda kurtulmuş. Daha sonra Rus İstila Kuvvetleri, ülkelerinde ihtilal olması nedeniyle geri çekilmiş. Dedem geri dönmüş ve kızıyla buluşmuş onun dışında tüm akrabalarını kaybetmiş. Diğer dönenlerle birlikte yeniden hayata tutunmaya çalışmışlar. Yeniden evlenmiş, bu evlilikten üç erkek biri kız dört çocuğu dünyaya gelmiş ve bizlerde o evlilik sonucu dünyaya gelmiş torunlarız. Yani, Bitlisliyiz.

Halamın anlattıklarından aklımda kalan bu hikâye kısa ama çok şey ifade eden bir hikâye. Ben dünyaya geldiğimde dedem ahirete göçmüştü o nedenle ondan bana aktarılan sadece bir anekdot biliyorum. Göç ettiklerinde Diyarbakır bölgesinde bir köye yakın bir yere yerleşmişler ancak o köy halkı tanımamaktan kaynaklanan bir nedenle bunlara “gavur” muamelesi yapmış, lehçe farklılığından olacak anlaşamamışlar ve “su testisinden kazara su içsek o testi kırılırdı, nedeni gavurun içtiği testi haram olmuştur ve o testiden bir daha bir Müslüman su içemez” Yani iki komşu vilayet halkı birbirini tanımadığından Müslüman olduğunu dahi bilmeyecek kadar cehalet hakim. Hayli zaman sonra Müslüman oldukları anlaşılmış.

Bu iki yaşanmış olaydan birisi, Ermeni zulmünü anlatırken diğeri yöre halkının cehaletini acı bir şekilde dile getiriyor. Zaten 1. dünya savaşına baktığımızda kimin kiminle niçin savaştığı dahi bilinmeyen bir garabet içeriyor. Müslüman’ı, Müslüman’a kırdıran bir savaş olarak tarihe geçmiş. Üstadın Sünühat adlı esrinde bu hal şu ifadelerle teyid ediliyor: “düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.” (Said Nursi Sünuhat sh.71)

Bu anlattıklarım Ermeni meselesine her yönüyle ışık tutmaz elbet. Dünya savaşı ile adlandırılan bir olayın bu kadar küçük bir hadise ile anlatılması da mümkün değil. Ancak, bunun gibi bir çok hadise yan yana getirildiğinde artık itiraz edilmez bir gerçeği ortaya çıkarmış olur.

O da şudur: Anladığımız kadarıyla önce Ermeniler Ruslarla birlikte istila ettikleri yerlerden tüm Müslümanları sürüp çıkarmışlar kalanları da esir alıp Rusya’ya götürmüşler. Kader bu istilayı bir şekilde bertaraf etmiş, 1917 Rus ihtilali nedeniyle geri çekilmek zorunda kalınca yöredeki Müslüman halk geri dönme imkânı bulmuş. (Bir kısmı dönme gereği duymamış oralarda Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep illerinde yaşamaya devam etmişler. Şanlıurfa’da kaldığım süre içinde bu ailelere “Bitlis’li muhacirler” deniyordu, öyle tanınıyorlardı. Ama, Urfalılaşmışlardı.)

Ermeniler, yaptıkları ihanetten dolayı olsa gerek eski mekanlarına geri dönemedikleri anlaşılıyor. Ruslarla beraber gidenler gitmiş. Birkaç aile kalmışsa da bunların bir kısmı ihtida etmiş Müslüman olmuş bir kısmı da bir şekilde barınma imkânı bularak hayatlarına devam etmişler.

1960'lı yılları hatırlıyorum. Mahallemizde Ermeni bir çok aile vardı. Yerli aileler kadar sevilirlerdi. Bir kısmı dönme ise de biz o yönlerini hiç yüzlerine vurmazdık. Sadece “dönme” olduklarını bilirdik o kadar hatta bazılarını ben çok çok sonra öğrenmiştim. Öğrendiğimde de bayağı şaşırmıştım. Zira onlar bizden daha dindar insanlardı. Bazıları Risale-i Nur talebesiydi. Kendilerini bizden biri olarak bilirlerdi, Müslüman bilirlerdi.

Dönme olmayan Ermeni bir aile de vardı. O ailenin bir üyesi iyi bir duvar ustasıydı. Biz onu Gavur Musa diye bilirdik. Hatta evimize bir oda ilave ettiğimizde onu da duvar işinde gündelikçi olarak (taş ustası) çalıştırmıştık. İyi bir taş ustasıydı. Diğer mahalle sakinleri gibi gayet rahat yaşarlardı kimse ona değişik dine mensubiyetinden dolayı bir şey demezdi veya en azından ben öyle hatırlıyorum. Zira taş ustalığı yaptığında bizden ücretini normal fiyatında üzerinde almıştı. Gayet onurlu bir şekilde işini yapmıştı.

Bu bir savaş hem de ne savaş, dört milyon Müslüman’ın öldüğü bir savaş. Çocukları ihtiyarlatan bir savaş. Bu savaşta İngiliz’in şeytani siyaseti sayesinde Osmanlı Devleti yalnız bırakılmış. Müslüman milletler “Osmanlı Devleti dinden uzaklaştı” propagandası sayesinde düşmana yardım etmiş. Birlikte Osmanlı devletini yıkmışlar.

İşte, anlatmaya çalıştığım bu gibi yaşanmış hikayelerden anlaşılıyor ki, her iki taraf da fırsat ellerine geçtiğinde birbirlerine (genç ihtiyar demeden) büyük kayıplar verdirmişler. Hatta, gücü yeten diğerini topyekün yeryüzünden silme girişiminde bulunmuş. O nedenle haklı tarafı gerçek anlamda bulmak çok zor.

Ayrıca, bütün bu nedenlerden dolayı da o ağır şartlarda Osmanlı Devletinden akl-ı selim beklemek abesle iştigal olur. Mantık çerçevesinde, o günün şartları da dikkate alınarak bir orta yol bulunmalıdır. Kan davalarında olduğu gibi geçmişi unutmak değil ama fazla da kurcalamadan üç aşağı beş yukarı, affedici tavırlarla kim kime fazla zarar vermişse bir şekilde o bedeli ödemeyi kabul ederek sulh yolu tercih edilmelidir. Sadece özür dilemek bu işi çözmez. Zaten özür dilense bu “biz daha fazla zarar verdik” anlamı taşır. Onun tabii sonucu olarak da bedel ödemek gibi bir durum ortaya çıkar.

Bedel ödemek zorunda kalırız diye de ilânihaye böyle düşman kalmak ve uluslar arası ortamda dışlanmış bir ülke olarak yaşamak ne derece doğrudur. Barış içinde dost olarak komşuluğun gereğini yerine getirmek akla daha uygun geliyor. Dost olmak ve dostluğun gereğini yerine getirmek en doğru davranış biçimidir. Bu diğer ülkelerde bulunan Müslüman azınlıklarında haklarının alınmasına vesile olacak bir yaklaşımdır.

“Haksız biziz” demiyorum, “haksız biz isek bunu kabullenmek ve gereğini yerine getirmek erdemliktir. Hem çok büyük yararları var” diyorum.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.