Ermeni olayında Said Nursi'nin yaklaşımına ihtiyaç var

Ermeni olayında Said Nursi'nin yaklaşımına ihtiyaç var

Uşşak, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Ermenilerle ilgili görüşlerini Radikal'de yazdı

Risale Haber-Haber Merkezi

Yazar Cemal Uşşak, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Ermenilerle ilgili görüşlerini aktardı. Radikal gazetesindeki "Milletin saadeti Ermenilerle ittifak ve dostluktadır" başlıklı yazısında 2015’e dikkat çeken Uşşak, "Dünya Ermenileri 1915’in acısını büyük toplantı ve törenlerle anmaya hazırlanıyorlar. 1915’i bir ‘soykırım’ olarak tanıyan ülkeler arasında, Türkiye ’nin siyasi, ekonomik ve hatta kültürel ilişkileri bir hayli ciddi, bazı ‘dost’ ülkeler de var" dedi.

‘1915 trajedisi’nin yüz yıllık Ermeni kimliğinin oluşumunda başat bir faktör olduğuna dikkat çeken Uşşak, Ermenilerle “Geçmişin acılarını unutup geleceğe bakalım” yollu yaklaşımlarla ilişki kurma gayretinin, gerçekçi olmayacağı gibi, onların algısı açısından aşağılayıcı olduğunu söyledi.

Yapılması gerekenin, 1915’te ve öncesinde ‘gerçekte ne olduğunu’, geçmişin ezberlerini bir kenara koyup soğukkanlı bir şekilde anlamaya çalışmak gerekliliğine işaret eden Uşşak, daha sonra Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerine yer verdi.

Uşşak, yazısını şöyle sürdürdü:

"Başlığa şaşıranların ve belki de kızanların olacağını tahmin edebiliyorum. Peşinen söyleyeyim: Cümle, yakın tarihin en çok tartışılan şahsiyetlerinden Bediüzzaman Said Nursi’ye aittir.
Bu yazıda, Bediüzzaman’ın, olayların bütün sıcaklığı ile yaşandığı yıllarda yayımlanan Münâzarât eserindeki yaklaşımlarını değerlendirmeye çalışacağım.

Kendisine sorarlar: “Meclis-i Meb’usan’da Hıristiyanlar-Yahudiler vardır. Onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?”
Cevabı toplumun ikna ve algılarını hedef alır:
“Evvela, meşverette hüküm ekserindir (çoğunluğundur). Ekser ise Müslümandır; altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür. Hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek hâkim İslam’dır.
Saniyen: Saati yapmakta Haço ve Berham’ın reyi muteberdir; şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Meb’usan’daki mesâlih-i siyasiye (siyasal gerekler) ve menafi-i iktisadiye (ekonomik yararlar) dahi ekseri bu kabilden olduğundan reddetmemek lazım gelir.”

Cevaplarında iki husus ön plandadır: a) Meşrutiyette (bugünkü anlamda demokratik yönetimlerde) çoğunluğun iradesi (elbette azınlıkların hukukuna riayet etmek şartıyla) esastır. b) Devlet yönetimi, dini olmaktan ziyade dünyevidir. Nitekim verdiği örnek saat tamiridir. Eserinin başka kısımlarında, devleti bazen bir saate, bazen de bir makineye benzetmektedir. Yöneticinin sorumluluğu ise onun ahenkle çalışmasını temin etmektir.

Bir sonraki tespiti, demokratik yönetimlerin ruhuna işaret eder:
“Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir.”  
Yani, ne bir hanedanın ne imtiyazlı bir sınıfın ve ne de bir başka otoritenindir.
Muhataplarından biri, soruyu ‘cepheden’ sorar:
“Ermeniler zımmidirler. Ehl-i zimme, zimmettarlarıyla nasıl müsavi olur?
Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat sizde. Tamamen zimmetimize alamadık; bihakkın adalet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdadın sünnet-i seyyiesiyle muhafaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevi zimmi-i muâhid nazarıyla bakıyorum.”

Yukarıdaki cevaplar, Kürtler açısından hakkaniyetli ve vicdanlı bir itirafın da ifadesidir: “Kella! Biz imtisal etmedik... Kabahat sizde. Tamamen zimmetimize alamadık; bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdadın sünnet-i seyyiesiyle muhafaza edemedik.”
Cevapları bazı Kürt aşiretlerinin Ermenilere yaptığı saldırılar üzerine açılan, yüzlerce davanın da ne anlama geldiğini ifade etmektedir. Ona göre, genelde Müslüman yöneticiler, özelde ise kimi Kürtler, Ermenilere karşı İslam’ın, Asr-ı Saadet dönemindeki saf adaletini gösterememiş; onlara istibdat ve baskı ile davranmıştır.

Bediüzzaman, daha sonra ileri bir hedef gösterir:
“Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selameti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir.”

Ermeni-Müslüman beraberliğinin, büyük ölçüde dostane geçen yedi yüz yıllık bir geçmişi vardır.
Dönem itibariyle, Osmanlı’nın eğitimli/sanatkâr/tüccar ve dış dünya ile güçlü irtibatları olan kesimi gayrimüslimlerdir. İttifakın pratik hedefi birikimin paylaşımıdır.

Ne var ki, bu iyi niyetli ‘kaynaştırma’ gayretlerinin aksine, çatışma çok ileri boyutlarda seyretmekte, Kürtlerin bir kısmı neredeyse, onların tarih sahnesinden silinip gitmesini arzulamaktadır:
“Bir şey söyleyeceğim. Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahife-i vücuddan (varlık sahasından) silinsin. Olabilir. Yalnız size husumetin bir faydası olsun. Yoksa mutlaka husumet zarardır. Halbuki, Âdem zamanından yolda arkadaşlık eden, bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevali değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi DUNEHU HARTU’L-KATEDE’dır (Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var).

Siz onları, akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakki ile, temayül-ü adalet ile mağlub edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıcın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lakin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar. Dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar, vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkiye ikaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar. İşte şu noktalara binaen, onlarla ittifak etmek lazımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehalet ağa, oğlu zaruret (fakirlik) efendi ve hafidi (torunu) husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.”

O yıllarda, birilerine göre, ‘düşman’ ya İngiliz ya Rus veya Fransız iken onun ‘düşman’ anlayışı bir hayli farklıdır: Cehalet, fakirlik ve husumet.

Bediüzzaman’ın eşit vatandaşlık; tarihi ve sosyolojik gerçeklik ve İslam tarihi uygulamalarına dayalı açıklamalarından köşeye sıkışan muhatabı, bu kez bir ayet-i kerimeye sığınır:
“‘Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin!’ şeklinde anlam verilen (Maide-51)
Yahudi ve Nasârâ ile (Hıristiyanlarla) muhabbetten (sevgiden) Kuran’da nehy vardır. Bununla beraber, nasıl ‘Dost olunuz!’ dersiniz?”

Yasaklamanın teolojik açıdan olduğunu; insani ilişkilere dayalı dostluğun, hayatın bir gereği olduğunu muhataba anlatır ve susturucu bir örnek verir: Hıristiyan veya Yahudi eşi olan bir Müslümanın (ki dini açıdan evlenmenin bir sakıncası yoktur) onu sevmemesi mümkün müdür?

Muhatabın zihni bu kez, bir başka konuya takılır.
Sual: ”Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?”
Cevap: Dört vecihle...
“Peygamber’in (a.s.m.) Arap müşriklerinden muâhid ve halîfleri vardır; beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise Ehl-i Kitap ’tır.”

Bediüzzaman’ın bazı muhatapları, gayrimüslimlerle ‘eşit vatandaş’ olduklarını, belli ki bazı sınırlar çerçevesinde kabul etmiş gözükmektedir. Ancak sorun bitmemiştir:
“Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar; nasıl olur?
Elcevap: Saatçi, makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir; hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.”

‘Millet-i hâkime’ ile zihin dünyası şekillenenlere göre yöneticilik, Müslümanlara mahsustur. Bediüzzaman’a göre ise ‘toplumun hizmetinde’ olmaktır. Onun için Kürtlerin çok iyi anlayabilecekleri örnekleri verir: Saatçilik, makinecilik ve süpürgecilik.

Ona göre, devlet kutsal bir aygıt değil, ‘hizmetkâr bir kurum’dur; memurlar da bu kurumun hizmet eden bireyleridir; sınıfça üstün hâkimleri değil. 1910’larda bu yaklaşımlar içinde olan Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı sırasında, talebeleriyle birlikte, ‘vatan müdafaasına’ koşmuş; mücadelesini ise centilmence ve İslam’ın savaş kuralları çerçevesinde yürütmüştür.

Savunma bölgesi içindeki bir kasabaya, binlerce Ermeni çocuğu toplanmıştır. Ermeni çetelerinin, bazı yerlerde kadın, çoluk çocuk herkesi öldürdüğü ve buna karşılık bazı Müslümanların da Ermeni kadın ve çocukları katlettiği bilinmektedir.
“Bunlara ilişmeyin!” der ve hepsini serbest bırakır.
Bunun üzerine, Ermeni çetecileri, “Madem Molla Said, bizim çoluk çocuğumuzu kesmedi; bize teslim etti, biz de bundan sonra Müslüman çocuklarını katletmeyeceğiz” derler.

Son söz:
Milliyetçi-dindar yakın tarih algısı, ‘güzelim Osmanlı devletinin yıkılışı’nı ‘bir avuç maceracı İttihatçı zihniyete’ fatura eder. Haksız da değildirler. Ne var ki 1915 olayları söz konusu olduğunda yaman bir çelişki ile bu zihniyetin icraatını savunmaya kalkar.

Besbelli ki Said Nursi’nin yaklaşımları buna imkân vermemektedir.