Ergenekon savcıları Çamdağı katillerini bulmalı

Garip günler yaşıyoruz. Ama bizler içimizdeki korkuyu bir türlü atamadık! Sanki ruhumuzda asılı duruyor 163. Madde!
Oysa İmam Nursî, davasının bütün hakikatlarını mahkeme kürsülerinde anlatmıştı. Bütün dünya bu kürsülerde O’ndan öğrendi;
“El Hakku ya’lû vela yu’lâ alyehi- Hak Muhakkak galip gelecektir, Hakkın üzerinde hiçbir güç olamaz” hakikatını!

Evet Hak kendi güzelliğini göstermeye, vicdanları kendine aşık etmeye başladı çoktan! Üstadın nur talebelerinde görmek istediği gibi! Hakkı aziz tutan, zillete düşmeyen, kanun çerçevesinde hakkını arayan bir grup ehli hamiyet, uğursuz 28 Şubat gecelerinde Üstad’ın aziz hatırası, Çamdağı Katran ağacını kimin kestiğini sormalı!
Binlerce sayfa tutan Ergenekon tutanakları arasında Çamdağı cinayetini işleyenlerin parmak izleri bulunamaz mı?
Bütün faili meçhuller ortaya çıkarken, bu caniler de gizli kalmamalı!
Hak ve hakikata düşman olan ruhların taşıdığı kin ve öfkeyi anlatan bundan daha sembolik bir eylem bulunamaz !
Bu olay benim ruhuma nasıl yansıdı?

İDAMLIK ÇINARLAR

Bir garip adam vardı, kafilenin içinde. Ne siması ne konuşması etrafındakilere benzemiyordu. Sürgündü. Asırlık bir çınarın durgunluğu vardı üzerinde. Onu karşılayanlar garip bir duyguya kapıldılar! Sanki bekliyormuşçasına doğruca Barla çınarına götürdüler misafirlerini!
Biri diğerine benziyor dedi ilk görenler! İki ayrı çınar bunlar! İki garip ve yabancı. Ne eşi ne benzerleri var etrafta!
Seven sevdiğine kavuşmuş, bekleyen aradığını bulmuştu işte!
Üç sütun halinde semaya yükselen başını biraz daha yükseltti o gün Barla çınarı! Biraz daha coşkun aktı her an gövdesini döğüp duran pınar! Hemen bir kulübecik yapıldı yaşlı çınarın dalları arasına.

Gurbet derdi çekmeyen, eşini kaybedip garip kalmayan olan biteni anlayamazdı. Birde öteden beri yaşlı çınarla inleyen kuşlar vardı. Seherleri beklerken! 
İki çınarın sabahlara kadar süren esrarlı seslerine kulak tutanlar derlerdi:
"Geceleri, mübarek çınar ağacının dalları arasında bulunan kulübecikte, sabahlara kadar tesbihat ile, zikir ile terennüm eder görürdük. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteşem ağacın binlerce dalları arasında, şevk ve cezbe içinde uçuşan kuşlar ile birlikte, böyle sabahlara kadar inlemesini duyardık. Ne zaman uyur, ne zaman kalkar! bilemezdik."
Rum Diyarının Hünkarı Mevlana ile Şems’e benzerdi aralarındaki birlik. 
Yaz mevsimi  geldi mi Barla çınarı misafirini daha yüce zirvelere uğurlardı.

ÇAMDAĞI!

Yüce bir zirvede, yüksek bir çınar ağacı üstünde, yıldızlara yakın bir odacıkta ağırlardı misafirini!
Kainat kitabı ancak bir “Çınar Medresesi”nde okunabilirdi!
Yıldız Sarayına eş olan menziller bu menzillerdi!
Gece ıssız, yalnız ağaçların hışırtılarından gelen hazîn bir sadâ vardı.
“Şu iki-üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş-yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır, dağcılar yakınımda yok, dağıldılar...”

Şu garibane dağlarda; sessiz, sadâsız, yalnız ağaçların hazînane hemhemeleri içinde!
Garip misafir, yüce dağlara, insana ürperti veren zirvelere yaslanmış, Katran ağacının arşa uzanan duasına eşlik ederdi:
“Senin güzelliğine bakmak için herkes her yerden koşup gelmiş.
Her hayat sahibi seni anlamak için, sanatın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.
Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar.
Yaptığın nakışların güzelliğinden keyiflenip oynuyorlar.
Senin sanatından neşelenip, güzel güzel sadâ veriyorlar.
Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neşelendirip bir sevgili gibi nazlanıyorlar.
İşte ondandır ki; şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

Şu ilahî rahmetin eserlerinden; her canlı, kendine ait tesbih ve namazın dersini alıyorlar.
Hep ağaçlar yüksek bir taş üstünde arşa başını kaldırıp durmuşlar.
Yüzler ellerini ilahî dergâha kaldırıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.
Oynattırıyorlar zülfe benzer küçük dallarını ve onunla, temaşa edenlere, latif şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.
Aşkın "Hay Huy" perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar
Fani sevgililerden ayrılıp ağlayanlara, derinden derine hazîn bir elemi ihtar ediyorlar.

Ayrı düşmüş bütün aşıkların başlarında, sevgililerin hüzünlü seslerini işittiriyorlar
Dünyaya ait sesleri işitmekten kesilmiş olan ölmüşlere, hüzün veren ezelî nağmeleri dinletiyorlar.
Celal sahibi sanatkârın eşyada tecelli eden isimlerine karşı, tesbihat ile nazlanmak ve yalvarmak ile karşılık veriyorlar.
Kalp, her biri cisim giymiş birer ayet olan ağaçların mucize yaratılışlarından, tevhit dersini okuyor.
Yeryüzünü ayrılık zelzeleleri ile perişan gören nefis, bâki bir zevk arıyor.
Ağaçlar, hayvanlar, bitkiler ve rüzgara bakan akıl çok manidar bir yaratılış nizamı görüyor...
Nefis havanın akışından, yaprakların nakşından aldığı lezzetle bütün maddi zevkleri bırakıyor
Hakikat zevkinden aldığı lezzet içinde ölmek istiyor.
Güya şu ağaçları temsil eden melekler, ağaçları ceset olarak giymişler, her bir dalından çok ney sesleri işitiliyor.
Ney sesleri; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi vicdana tesir ediyorlar.

Meleklerin ruhunu giyen ağaçlar, havanın dokunmasıyla  dile gelip "Hu Hu" zikrini tekrar ediyorlar.
Fikir o neylerden, başta Mevlâ’na Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elem verici, ayrılık şikayetlerini işitmiyor.
Belki, kainattaki bütün hayatları veren ve kainatı yıkılıp dağılmaktan koruyan Zâtın, ihsanlarına karşı teşekkür ve hamd senalarını işitiyor.
Böylece hayat hediyelerini takdim ediyorlar
Bütün varlık alemi "Lâ ilahe illa Hu" deyip, kâinatı içine alan bir zikir halkasında beraberce zikrediyorlar.
Kendilerine verilen hayatın lisanı ile "Ya Hayy" ismini zikrediyorlar.”

MİSAFİR YAŞLI ÇINARIN HASRETİNE UZUN SÜRE DAYANAMAZ GERİ DÖNERDİ

Misafir Çınar, Çam dağında fazla kalmaz geri dönerdi. Bilirdi uzun bir ayrılığa dayanamazdı Barla çınarı. Bir gören öyle demişti:
"Arı kovanı gibi gürül gürül, hazin bir ses gelirdi. Sabahlara kadar dua ederdi”.
İki çınarın hasreti nura dönüşmüş, Barla yaylalarında bir sabah aydınlığı doğurmuştu.

UYANMIŞLARDI YARASALAR

Birden ufukları gözleyen karanlık ruhlar çığlık çığlığa uyanıverdiler.
Korkulu gözlerle birbirlerine soruyorlardı. ‘Ya bir bahar, ulu çınarın bir milyon kanatlı tohumcukları rüzgara biner, Anadolu’nun bütün dağlarına dağılırsa, Ya bütün çınarlar aynı dersi verirse!’
Kararlı bir ses bütün endişeleri ortadan kaldırdı. “Kırın bütün tomurcuklarını.”
Gün görmüş bir köylü anlatmıştı; "Misafir Çınarı buradan Eskişehir zindanlarına götürdüler, Barla çınarı mahzun kaldı, kanatları aşağı indi, hiç şenlenmedi, yaprakları aşağı sarktı. Sanki akıllı bir insanın hali vardı onda."

Tam yirmi beş yıl yas tuttu Barla çınarı. Yalnızca Çam dağından, katran ağacından gelen kuşların anlattığı hatıralar avuturdu onu.
Misafir Çınar yirmi beş yıl boyunca, Çınar Medresesi’nde öğrendiği esrarlı sözleri anlattı. Zindan hücrelerinde, mahkeme salonlarında, karakollarda, diyar diyar sürüldüğü çorak topraklarda. 
Tohum atıyordu hep. Ve yağmur mevsimini gözlüyordu. Bir yağmur yağsaydı, kanatlanıp uçuverseydi bir tohumlar, başak başak, filiz fiiliz. Çiçekleniverseydi Anadolu bozkırları...! Hasreti aşka, aşkı ateşe çevirdi bütün dualar! El kaldırdılar   binlerce dal, milyonlarca çiçek, milyarlarca tohum.!
“Yağmur ver Allah’ım! Rahmetini esirgeme bizlerden!”
Bu  dualar karşılıksız kalmadı .
Gök kuşlar, ak kuşlarla birlik olup bir sabah ezanında müjdeci geldiler Barla Çınarı’na. Ak inen gözlerine, Yusuf’un gömleği gibiydi bu haber.

Güzel bir bahar günü Barla'ya geldi Misafir Çınar. Mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Sarıldı dallarına! Barla Çınarı çılgınlara dönmüştü sevincinden. ‘O mübarek çınar ağacına sarılmış dostlarını yanından uzaklaştırmış ağlıyordu; hazin ağlayışı uzaktan işitiliyordu.’
Bu mutlu anlar uzun sürmedi. Yeni bir ayrılık vakti gelmişti zamanın. Misafir Çınar ektiği tohumların yeşillenip boy attığını göremeyecekti. Hizmetinin karşılığını bu dünyada istemiyordu o.
‘Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz; mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden Horhor toprağının kapıcısı olan kalanın başına takınız. Kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan ‘hoş geldiniz’ sadâsını işiteceksiniz.!’ demiş arkasına bakmadan göçüp gitmişti.
Bu sefer Peygamberler diyarından seçti yaylasını. Bir Ulu Caminin avlusunda ebedî yurduna çekildi.

POSTAL SESLERİ

Koyu karanlık bir gecede, postal sesleri Misafir Çınarın mezarına yaklaşıyordu. Uzakta şehrin itleri karanlık boşluğu dişliyordu. Bir de ulu çınarın mezar taşlarına inen balyoz sesleri vardı sokakta.
Gecenin koynunda çalıp gittiler onu Urfa’dan. Utanç ve korku içinde.
Aynı gecenin sabahında siyah fötr şapkalı memurlar, yaşlı çınarın idam fermanını getirmişlerdi. Hükümetin adamları gelmişti. “Bu çınar ağacını sökün demişlerdi.” Bizimki “Ben bunu sökmem ve söktürmem” dedi. O adam da “O .......... için ekmeğimden mi olacağım” dedi. ....... öldü.”

Yaşlı çınarın üç kolundan en haşmetlisini kesti kara adamlar.
Ana! Ey ana! Ah ana! Bilemezdin neler olduğunu. Bizler de öğrenemedik yıllardır... Öğretmediler mekteplerde. Yoz, yaban büyüdük. Hep sakladılar kendilerini. Kapalı kapılar ardında. Karanlıkta sahiplendiler memleketi! 40 yıl saltanat sürdüler karanlığın gölgesinde.
Karanlık bitmiyordu bir türlü Kara bir Şubat akşamının son günüydü. Son bir telaşla memleketin bütün varlığını yeniden bölüştüler. Yeniden sahiplendiler ucu bucağı, kendi aralarında.
Son hatırasını da ortadan kaldırın dedi şefleri. İzi kalmasın rüzgarın estiği yerlerde.
Tam 40 yıl sonra Çamdağı’na tırmandı karanlık eller. Misafir Çınarın son hatırası, Katran Ağacı’na indirdi baltasını. Hınçla, kinle, öfkeyle parçaladı sonra. Ve sessizce süzüldü karanlığa!
Ama sevinemeyeceklerdi. Bir tek çiçeği koparmakla bahara engel olmak mümkün müydü?

***

Babasının notlarını karıştırıyordu. Bir dosyanın üzerinde İdamlık Çınarlar yazısını görünce ürperdi. Okumaya başladı. Gecenin ilerleyen saatlerinde yaşlı adam içeri girdi.
Oğul sorgulayan gözleriyle babasına baktı. Bunlar yaşanmış şeyler mi?
Yaşlı adam oğlunun ne demek istediğini anlamıştı. Bir süre gözlerinin yerden ayıramadı.
‘Keşke yaşanmasaydı oğul dedi! Bir mezarın cezalandırıldığını, gölgesinde barındı diye bir çınarın idam edildiğini, vefatından kırk yıl sonra aynı kinle, ıssız bir dağ başında  son hatırasının yok edildiğini biz mahşer gününde  nasıl anlatacağız. Ya o kara bahtlılar, kıyamet halkı önünde hangi bahaneyi bulacaklar? Sen o günleri yaşanmamış say! ’

Şimdi oğul düşünceliydi. Baba dedi “sizin yaşadığınız acıları, gelecek nesiller tekrar yaşamamalı.”
Baba ellerini kaldırdı Genç Bir Çınarın hayatı için dua etmeye başladı: “Ey gizlileri açıkları bilen Allah’ım o ulu çınar hürmetine bir tek fidanımı bağışla. Her düğüm senin emrinle çözülür. Her dertli senin ihsanınla derman bulur.”

Her geceyi aydınlatan sensin!
Her yüreğe rahmet saçan sensin!
Ahmedi’ni rahmet ettin aleme,
Sonsuzluğu sen öğrettin âdeme,
Ahmed’in güllerini soldurma,
Umudumun son dalını kırdırma! “

Bırakıp gittin bizi oğul! Bir daha sığınamadık hiçbir yüreğe!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum