Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

Ene rasadıyla Allah’ın mülkünü mahlukata taksim etmek

İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanın hilkatinden maksad, mahfî hazine-i İlahiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelî’ye bir bürhan, bir delil, bir ma’kes-i nuranî olmakla cemal-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir âyine olmaktır. Hakikaten semavat, arz ve cibalin hamlinden âciz kaldıkları emaneti insan hamlettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünki o emanetin mazmunlarından biri de insanın sıfât-ı İlahiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görmektir. İnsanın hilkatinden maksad bu gibi şeyler olduğu halde, kısm-ı ekserîsi perde olurlar, sed olurlar. Vazifesi feth ve açmak iken kapatıyor, bağlıyor. Ziya ve ışığı neşr iken söndürüyor. Allah’ı tevhid etmek yerine şirk yapıyor. Ve keza nur-u imanla Allah’a bakıp mülkü ona teslim etmekle -itikaden- mükellef iken, “Ene” rasadıyla halka bakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ             

Açıklama:
“Mahfî hazine-i İlahiye”, Cenab-ı Hakk’ın isimleri, sıfatlarıdır. Bunlar mahfidirler, gizlidirler; yani tecelli etmezlerse bilinmezler. Nitekim, hadis-i kutside “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim de kainatı yarattım” buyrulmuştur.

İlâhî isimlerden birisi Hâlık’tır. İlk mahluk olan nur-u Muhammedînin yaratılmasıyla bu isim tecelli etmiştir. Ama bu tecelliyi ancak kendisi bilmekte ve görmektedir.

Sonraki safhalarda, o nurdan meleklerin yaratılmasıyla, yaratma fiilinin ve Hâlık isminin tecellilerini seyredecek ve bilecek ilk varlıklar ortaya çıkmış oldu. Onlar hem kendilerinin hem de diğer varlıkların yaratılışlarını ibretle tefekkür ettiler. Ancak, onlarda tecelli etmeyen çok isimler vardı. Onların bilinmesi için meleklerin, sema ve arzın yaratılması kâfi gelmiyordu.

Bitkilerin ve hayvanların yaratılmasıyla birçok isim daha tecelli etmiş oldu. Bunlardan birisi Rezzak ismi idi. Melekler yiyip içmedikleri için onlarda bu isim tecelli etmiyordu. Bir başka isim Şafi ismi idi. Melekler hastalanmadıkları için onlarda bu isim de tecelli etmiyordu. Bu gibi bir çok esmâ-i İlahiye,  bitkiler ve hayvanlar âleminde tecelli etti.

Şu var ki, hayvanlar âlemi bu tecellilerdeki sonsuz hikmet ve kudreti anlayacak, tefekkür edecek, hamd ve şükredecek bir kabiliyette değillerdi. Hayvanlardaki bu tecellileri de yine bir derece de olsa melekler seyrediyorlardı.

Sonunda hem bütün isimlere ayna olan, hem de bu tecellileri akıl ve  kalbiyle bilen, hisseden, seven, hayret eden ve şükreden bir mahluk yaratıldı. İşte bu mahluk, insandı. Onun yaratılmasındaki maksadı Üstat hazretleri, şöyle ifade ediyordu:
 
“Mahfî hazine-i İlahiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelî’ye bir bürhan, bir delil, bir ma’kes-i nuranî olmakla cemal-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir âyine olmak”
 
Bu görevi yapabilmesi için, insanda hem bütün isimlerin tecelli etmesi, hem de bu tecellileri düşünüp idrak edebilmesi gerekiyordu. Tâ ki, onları doğru değerlendirip, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını bilebilsin.
Hadis-i Kutside,  bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) şeklinde ifadesini bulan İlahi maksat, ancak insanın kendini iyi değerlendirmesiyle gerçekleşebilecekti.

Ene bahsinde geniş olarak izah edilen bu konuya kısaca temas etmekle yetineceğiz.
İnsanın kuvveti olmasa Allah’ın kuvvet ve kudretini nasıl bilecekti?
İradesi olmasa İlâhi iradeyi, görme ve işitmesi olmasa Allah’ın görmesini işitmesini, merhamet hissi olmasa Allah’ın rahmetini, gazap hissi olmasa O’nun kahrını ve tazibini nasıl bilecekti?

Demek ki, insana verilen bu hislerin, bu duyguların, bu kabiliyetlerin birinci gayesi onları vahid-i kıyasi yapıp Allah’ın sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, şuunatını bilmesidir.

Bu ulvi görevi yerine getirebilenler,  İlâhi isimlere, Allah’ın mukaddes cemaline ve kemaline  bir “ma’kes-i nuranî” ve  “şeffaf bir mir’at” olurlar.

Ma’kes, aksin göründüğü mekân, mir’at ise görmeyi sağlayan alet demek olup, bu bahtiyar insanlar Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği birer  “ma’kes-i nuranî” oldukları gibi, bu tecellileri hem gören, hem de başkalarına da gösteren şeffaf birer ayna olurlar.

Üstad hazretleri, ayet-i kerimede haber verildiği gibi, “semavat, arz ve cibalin hamlinden âciz kaldıkları emaneti insan”ın yüklendiğini, böylece daha da güzelleştiğini, cilalandığını ve bu tecellilerle ayrı bir şeref kazandığını ifade ettikten sonra, emanetin mazmunlarından, yani bu kavram içine giren çok manalardan birinin de  “insanın sıfât-ı İlahiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görme”si olduğuna önemle parmak basıyor.

“Vazifesi feth ve açmak iken kapatıyor, bağlıyor. Ziya ve ışığı neşr iken söndürüyor.” ifadesinde, insana bu temel görevi hatırlatılmakta, bunu yapmayanların kendi varlıklarından ve sıfatlarından İlahi marifete yol bulmak yerine, kendi benliklerine bakmak, servetleriyle, makamlarıyla, ilimleriyle övünmek suretiyle o marifet ufkunu kapattıkları ve o iman ve irfan güneşinden mahrum kaldıkları bildiriliyor.
Allah’ın kulu olduklarını, O’nun bütün isimlerine ayna olmakla şereflendiklerini ve bu tecellilerle İlâhi marifette ilerlemek için yaratıldıklarını bilmeyen yahut unutan insanları bekleyen büyük tehlike şöyle dile getiriliyor:
 
“Allah’ı tevhid etmek yerine şirk yapıyor. Ve keza nur-u imanla Allah’a bakıp mülkü ona teslim etmekle -itikaden- mükellef iken, “Ene” rasadıyla halka bakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ 
 
İnsan, tevhid ehli olmak ve şirke düşmemek için şöyle düşünmeli:
Şu el benim malım değil, emanet.
Şu kolu gövdeme ben takmadım.
Bu gözleri de ben yapmış ve yüzüme yerleştirmiş değilim.
Bütün organlarım böyle. Hepsi İlâhi birer mucize ve Rahmanî birer ihsan. Bunların hiçbiri benim kendi malım değil.

Ölüm anına kadar bunları kullanacak ve kullanım şeklinden de imtihan olacağım. Sonunda imtihan evrakını masaya bırakıp sınıftan ayrılan bir öğrenci gibi, bedenimi terk edip berzah alemine göçeceğim.
İşte kendini ve ona takılan her türlü cihazları böyle değerlendiren insan, çevresindeki mahluklara da aynı nazarla bakacaktır.

O zaman daldan asılan meyvelere bakıp diyecektir ki, bu meyveler bu dalın eseri değil.
Bu gezegenler de güneşin malı değil.
Yıldızlar da semanın değil.
Böylece tevhidin gereğini yapıp, mülkü tamamen Allaha teslim edecek, şirkten kurtulacaktır.
Bu akıl ve insaf yolunun aksine gidenler ise,
 
“Ene” rasadıyla halka bakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor.”
 
Bu cümlede geçen “halk” kelimesi mahluk manasınadır. Ene ile kendine bakıp bütün organlarını, duygularını kendine mülk edinen, bunlar benimdir diyen kişi, Allah’ın bir kulu olduğunu, bütün bunların kendisine emaneten verildiğini unutur.  Mahlukata da ene rasadıyla bakar ve “ağacın dalı, güneşin gezegenleri, semanın yıldızları, denizin balıkları, ormanın ağaçları, bedenin hücreleri, ağacın meyveleri  diyerek  “Allah’ın mülkünü onlara taksim” eder.”

Emanetle ilgili ayetin sonunda, böyle bir  haksızlığı yapan kimseler  hakkında “zalum ve cehul” deniliyor. Zalum, çok zalim;  cehul da çok cahil demektir.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.