Emirdağ Lahikası Müzakerelerinin On Altıncısından Notlar

Emirdağ Lahikasının mektubları pek kesretli konuları itibariyle her biri hakkında bir kaç makale yazılarak üzerinde durulması haklarıdır. Hatta mektublardan aynı konuya matuf parçalar toplanarak bir arada mütalaa ve müzakeresi istifadeye medardır.

Risale Akademi’de tertiplenen ve mektubların bir bir üzerinde durulduğu bu müzakereler inşallah bu gibi çalışmalara da bir zemin ihzar eder.

Bu hafta müzakere edilen mektublardan bazı noktalar:

  • Bediüzzaman, Kur’an okuyan küçük talebelere aynı büyüklere yazdığı ciddiyete bir mektub[i] yazar. Hem onları hem üstadlarını hem de peder ve validelerini tebrik eder. Onlara Kur’an okumanın faydası yalnız hafız olmak, onunla bir makam kazanmak ve bir maaş almak olmadığını, ahirete ve ebedi saadete bakan faydalarının düşünülmesi gereğini hatırlatır. Mekteblerde okutulan fenler ve onlarla elde edilen dünyevî faydalar cam hükmünde iken Kur’anın kudsî kelimeleri ve nurlu imanî bahislerini öğrenmek elmas hükmündedir der. Böyle kudsî bir niyetle okuduklarında kendilerinin Nurun masum şakirtleri içine gireceklerini ve hepsinin dualarından hissedar olacaklarını söyler. Onlara yeni harflerde noksanlar olduğundan mümkün olduğunca yeni harfler (Latin harfleri) ile okumamalarını tavsiye eder.
  • İslamların birliğini hedefleyen Bediüzzaman Cami-ül Ezher, Medine-i Münevvere ve Şâm-ı Şerif âlimlerine “Asay-ı Musa” ve “Zülfikar” Mecmualarını gönderir. Bu mecmualar ile beraber “Medreset’üz-zehra sizin bir şubenizdir, sahip çıkmanız gereken bir mahdumunuzdur, çok şiddetli düşmanların hücumuna maruz bir şakirdinizdir” mesajını taşıyan bir mektubun da beraberinde gönderilmesini ister.
  • İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkeler Kur’an’ı en büyük halâskâr bir kitap olarak gördükleri gibi Avrupa’nın büyük devletleri de siyaset manası verilmemek için kendilerini izhar etmeseler de dehşetli tokatlar ile dünyanın bütün yüksek mertebeleri hiçe indiğini görmek ile hakiki teselliyi hakâik-i Kuraniye’de buluyorlar. Evet, dünyanın hakiki mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek Kur’andan başka yoktur.
  • Bediüzzaman garpta Galib Bey’in iman hizmetindeki çalışmalarını taktir ve tebrik ediyor. Bu zâtın tarikat yolu ile ehl-i imanı dalaletten çekmeye çalışmasının faydalarını sıraladıktan sonra diyor ki: “Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i süluk-u kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilat bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip tarikatların faydasını te’min eder diye o kardeşimize Ramazanını tebrik ve selamımla beraber yazınız. O da bize dua etsin.” Bu mektubu Sabri Efendiye hitaben yazıp Galib Bey’e tebliğini istiyor. Hakikaten üslubda göz alıcı bir zerafet var. Bizim kaba anlayışımıza nazaran “öyle yapmasın böyle yapsın” manası taşıyan bir mektub olmasına rağmen Galip Bey’e son derece mültefitane ve mevcud tarzdaki hizmetlerini de sena ederek hitap ediyor. Hem vereceği tarikat dersi muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde olmasının faydalarını da nazara veriyor. Siyasi cereyanların Alevilerin fıtrî fedakarlıklarından istifade ile siyasete alet etmelerinin önüne geçeceğini, müfrit Rafizilik ve siyasî Bektaşilikten onları muhafaza edeceğini, Ehl-i Beyt muhabbetini esas yapanların zındıka ve küfr-ü mutlaka düşmeyeceklerini söyleyerek bu noktalarda Galib bey’in hizmetlerini taktir etmekle beraber Risale-i Nur’un hizmet tarzını ona tavsiye ediyor. Bununla hem Tarikatlerin faydasının temin edilip hem de tarikatlerin maruz kaldıkları müşkilattan muhafaza olunacağını haber veriyor.
  • Bediüzzaman, Risale-i Nur’un mesleğinde hakikat, Sünnet-i Seniye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır, tarikata ikinci, üçüncü derecede bakar diyor.
  • Bediüzzaman’ın hem ehl-i imana hem zındıka hesabına çalışanlara olan muamelesi ve üslubu dikkatle incelenmelidir ki biz de ne tarzda hareket edeceğimizi bilelim. Kim olursa olsun iman ve Kur’an’dan uzaklaşmasına vesile olacak hiçbir tavır ve hareketi görünmüyor Bediüzzaman’ın ve tam bir adalet ile, kendisinin manevi evladı olduğu Hazret-i Ali gibi adalet-i mahzayı esas alarak hareket ettiğini görüyoruz. Çok zalimlere, o zalimlerin masum evlatlarını düşünerek beddua etmediğini ve aldıkları emri yerine getiren jandarma ve adliye memurları gibi kendisine zulmedenlere değil buğz etmek onların iman selametleri için dualar ettiğini görüyoruz.
  • Bediüzzaman hapis, sürgün ve zehirlenmelerine sebeb olanlarla da alakadar olmuyor. Hapiste iken hapsine sebeb olan şahısların aleyhinde yazılar değil küfr-ü mutlakı zir-ü zeber edecek yazılar yazıyor. Hatta zulmen tecrid-i mutlakta bulundurulmasının bu tevhid hakikatlerinin nazenin manalarını, nazlı kuşlarını avlamasına hizmet ettiğini bildirmekle zulüm içinde inayetin iltifatlarını nazara veriyor. Çektiği işkencelerden gelen ıstıraplarını değil o işkenceli hapislerde avladığı tevhid kuşlarının müjdelerini bizlerle paylaşıyor. Elbette bunlar Bediüzzaman’ın misyonu ve vizyonu hakkında bize çok fikirler veriyor.
  • Bediüzzaman, Mustafa Osman’ın, Mustafa Sungur ve Mustafa Oruç gibi iki namdaş ve Nur hizmetinde pek ciddi arkadaş bulması, onun sadakatının ve muvaffakiyetinin bir kerameti hükmündedir diyor.
  • Ehemmiyetli Nur Talebelerinin sulh mahkemesine verilmesini Bediüzzaman böyle yorumluyor: bu hadise, zulmedenlere maddi-manevi cehennemi, Nurculara ise dünyevî, uhrevî cenneti kazandırmağa bir sebebdir. Risale-i Nur’un kuvvetli ve nurlu hakikatleri talebelerine bu dünyada bile cennet-nümun bir hâli yaşatıyorlar. Meşakkatler ne denli fazla da olsa Nurun hizmetinden gelen sürur dünyevî bir cenneti bile kazandırıyor.
  • Bediüzzaman hayatında gördüğü hârikaları, Risale-i Nur’un ileride kahraman şakirtlerinin şahs-ı manevisinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerameti olarak değerlendirir. İşte bunun üç misali: 1. Divan-ı Harb-i Örfî’de şeriat isteyenlerin asıldığı hengamda mahkeme reisi “sen de şeriat istemişsin işte biz şeriat isteyenleri böyle asıyoruz” diye asılanları gösterdiği hengamda Bediüzzman: “Şeriatın bir meselesine bin ruhum olsa feda ederim” demesine rağmen oy birliği ile beraatına karar verilmesi. 2. İngilizlerin İstanbul’u kuşatma altında tuttukları hengamda onlara karşı şiddetli olan “Hutuvat-ı Sitte” eserini kaleme alması ve başpapaza karşı tahkirkarane sözlerine rağmen kendisine ilişilmemesi. 3. Ankara’da Meclis’te Mustafa Kemal’in kendisini yüksek fikirlerden istifade için çağırdıklarını kendisinin ise namaza dair şeyler yazarak aralarına ihtilaf verdiğini demesine karşı “Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” demesine rağmen Mustafa Kemal’in özür dilemesi. İşte Bediüzzaman Eski Said’den dünyanın bu büyük güçlerinin korkmalarının sebebi için der; Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir ve ileride gelecek kahraman şakirtlerin şahs-ı manevisinin harika bir kuvvetidir.
  • Risale-i Nur’un neşrine taraftar olmayanlar ve kendi eserleri revaç bulsun diye Nurun neşrine mâni olanlar, başka bir tarzda daha faydalı intişarına ve fütuhatına vesile oluyorlar.

Mehdiyet mes’elesi

  • Emirdağ Lahikası’nın 206. Mektubu Mehdiyet mes’elesi ile alakalıdır. Bu mesele çeşitli sebeplerle çok merak edilmekte ve iman ve Kur’an hakikatlerinden ziyade dikkatler bu meseleye verilebilmekte. Ehl-i iman siyasete taalluk eden meseleleri vazifeleri olmasa da fazlaca takip etmeleri ve şahısları öne çıkartmak gibi Risale-i Nur mesleğinde matlub olmayan tavırlarımızın ziyadeliği bu konunun önemsenmesinin nedenlerinden sadece ikisi.

İtikadî açıdan baktığımızda ise elbette zamanın mehdisini ve Mehdi-i A’zam’ı tanımak önemli olmakla beraber din yıkıcı Süfyan’ı tanımak ve icraatını ve tuzaklarını bilmek de imanımızı muhafaza noktasında önemlidir. Eğer Süfyan’ı tanısak onu mağlub edenin de Mehdî olduğunu anlayabiliriz. Biz ezan okunan bir İslam Ülkesinde yaşadığımıza göre İslam beldesindeyiz Deccal’in bir şubesi olan süfyan’ın oyunlarının muhatabıyız belki mağduruyuz.

Mezkur mektubda Mehdî’nin üç vazifesi nazara verilmektedir

1. Vazife: yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına[ii] tam sahip olan bir kısım şakirtlerin yapacağı program mahiyetinde bir eser ortaya koymaktır. Bu eser, fen ve felsefelerden gelen dalalet cereyanlarından ehl-i imanı koruyacak mahiyette bir eserdir ki Hilafet-i Muhammediye (asm) cihetindeki saltanat bu vazife ile iştigale vakit bırakmayacağından evvela bu vazifenin ifası gerekiyor.

2. Vazife: Hilafet-i Muhammediye (asm) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslam’ın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi manevi tehlikelerden ve gadab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bunun için milyonlar hizmetkârlar gereklidir.

3. Vazife: Bu vazife bütün ehl-i imanın yardımları ile ve ittihad-ı İslamın muaveneti ile ve bütün ulema ve evliya ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihakıyla yapılacak azim bir vazifedir. Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasının ikinci mektubunda bu vazifede İsevî ruhanileri ile de birlik olacağı zikredilmiştir.

Esasen birinci vazife hepsinin fevkinde önemli olmasına rağmen geniş dairenin cazibesinden avam-ı mü’minin diğer iki vazifeye daha ziyade nazar ederler ve o muarız siyasiler de Mehdi denilince daha ziyade ahirdeki iki vazifeyi düşünerek telaşa düşerler.

Bediüzzaman bu nedenle bu ismin kullanılmasının çok ehemmiyeti olmadığını ifade eder. Bediüzzaman, hem de bu isim bizim mesleğimizde ehemmiyeti çok olan “yakînî bürhan”ı nazarlarda geride bırakıp “kaziye-yi makbule[iii]” ye nazarları çevirir ki bu da hakikat mesleğimize halel verir muannid ehl-i dalalete ve mütemerrid zındıkaya galebe edecek bürhanlar geri planda kalır. Siyaset ehli evhama hocalar itiraza başlar manasında izahlarda bulunarak “Müceddiddir, onun pişdarıdır” denilebileceğini ifade eder, bunu daha muvafık görür.

Esasen Mehdi mes’elesi Risale-i Nur’da pek açıktır fakat bizim nazarımız Risale-i Nur’un ince îzahlarına nazaran biraz kaba kaldığından muğlak gibi algılayabiliyoruz. Barla Lahikası’nda Kuleönlü Mustafa Hulusi de bu meselenin sarahatine işareten demiş:” Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşif ve kalbden birisi, benim gibi aciz bir insandan Mehdi’yi soruyor. “Ne vakit gelecek…” Daha Mehdi’yi anlayamamış. Dabbet-ül arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkül sualin cevabını o risalelerden arayınız bulursunuz. [iv]

  • Âlem-i İslam’ın haline baktığımızda kişileri birbirleri ile yarıştırmanın değil, bütün ehl-i imanı Kur’an hakikatleri etrafında toplamaya ihtiyaç olduğu açıktır. Risale-i Nur’un, hakikatleri bir makbul şahıs üzerine bina etmeme metodu elbette bugün Âlem-i İslam’ı selamete çıkaracak yegane metottur. Kalbine iman ve Kur’an hakikatleri yerleşen bir zât hangi kişi hangi kişiden daha efdaldir tartışmasına girmeden bütün ehl-i imanı kucaklayacağı âşikardır. Fikr-i infiradî ise ittihadın önünde büyük bir engeldir ki Bediüzzaman, eskide olduğu gibi şimdi de çok safdil ve makamperestlerin mehdilik davasında bulunacaklarını haber veriyor.

Bayram müjdeleri

  • Emirdağ Lahikasının 207. Mektubu Üstadın talebelere yazdığı Kurban Bayramı tebriğidir. Mektub bayramın coşkusuna münasib müjdelerle doludur. İşte bu müjdeler:
  • Hacc-ül Ekber manasını da içinde taşıyan bu bayram Âlem-i İslamın büyük bayramının mukaddemesini tebrik edip müjde veriyor. Şöyle ki: çok zamandır esaret altında kalmış ve istiklaliyetini kaybetmiş Hindistan ve Arabistan gibi İslam âleminin büyük memleketleri birer devlet-i İslamiye şeklinde Hind yüz milyon bir devlet-i İslamiye, Cava[v]’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslamiye ve Arabistan’da dört beş hükümet bir cemahir-i müttefika (birleşik cumhuriyetler) gibi Arap birliği ve İslam birliğinin teşekkülünün mukaddemesi.
  • bunu söylemekle İslam Âleminin büyük bayramının ne surette tahakkuk edebileceğinin rehberliğini de yapmıştır. Aynı zamanda hâzır bayrama istikbaldeki bir büyük bayramın coşkusunu ve ümidini de taşımıştır.
  • İstanbul’da çok zaman İslam ordusunu idare eden ve sonra dar-ül fünün’a inkılab eden harbiye nezareti ve bab-ı seraskeri (şimdi İstanbul Üniversitesi) binasının alnında yazılı olan وَيَنْصُرَكَ اللّٰهُ نَصْراً عَز۪يزاً اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناًۙ âyetlerinin üzeri mermerler ile kapatılmış iken açılması ve bunun Kur’an hattına müsaade için bir numune olması ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve Üniversite ileride bir Nur medresesi olmasına işaret olduğu.
  • , bir cihette âyetlerin perdelenmekten kurtulmasının istikbale dönük müjdelerin habercisi olduğunu ve bunun Nurun fütuhatına işaret olduğunu vurgulayarak bayramın sevincine bir sevinç daha ilave etmiş oluyor.
  • Meşhur âlim ve akılca 19. Asrın en büyüğü ve içtimai feylesofların en ilerisi olan Bismarck’ın eserinde Kur’an hakkında:” Kur’anı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.” demesi ve Peygamber’e hitaben de “Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, badema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim” dediğini Denizli Nurcularından Ahmed’lerin haber vermesi.
  • , Bismarck’ın bu fıkrası içinde kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkis eden parçaların yazılmaması gereğine işaret ediyor. Burada bahsi geçen kısımlar ve dahası ise İşârât-ül İ’caz eserinin nihayetine Amerika’nın meşhur feylesofu Carlyle (Karlayl)’ın bu sözü ile beraber iltihak edilmiş: “Başka kitaplari hiçbir cihette Kur’ana yetişemez. Hakiki söz odur, onu dinlemeliyiz.”
  • , bu iki feylesofun sözleri tetkikata dayanması ve biri Amerika’nın diğeri Avrupa’nın en önemli feylesofları olması, akılca ileri bulunmaları gibi müsbet çok vasıflarını sıralıyor.

Bu mektubun mihengine kendimizi vurarak “kimi nasıl tavsif ettiğimiz” noktasında bir sorgulama yapabiliriz. Hak sahibine hakkını veriyor muyuz? Bir insanı değerlendirirken, hakperestliğine ve fikirlerinin, sözlerinin hakkaniyetine mi yoksa mensubiyetine (din, cemaat, ırk, soy, ideoloji…) mi bakıyoruz?

Bir yandan da tahrif olunmuş da olsa Kur’an’dan evvel nazil olan kitapların tenkisini de Bediüzzaman’ın uygun görmemesi manidardır. Biz kütüb-ü münzele hakkında nasıl serd-i kelam ediyoruz?

 

  

 

[i] Emirdağ Lahikası 1, 180. Mektub (Envar N. s. 238)

[ii] Bediüzzaman, Sikke-i Tasdi-i Gaybî Mecmuasının ikinci mektubunda bu vasıflar için diyor: “Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde…”

[iii] Bir sözü mübarek ve makbul bir şahıs dediği için delilsiz kabul etmek.

[iv] Barla Lahikası, Zehra Yayıncılık s. 355, erisale 132. Mektub (bu mektubda pek güzel rü’yalar ve Risale-i Nur’a dair fevkalade tavsifât vardır)

[v] Cava Adası, Endonezya’nın başkenti Jakarta’nın da bulunduğu bir adadır. Endonezya’nın en büyük 5. adası iken dünyanın en büyük 13. adasıdır. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.