Ekşi Sözlük yazarlarıyla hasbihal–2

                                                 “Ben asla gerçek ve bir olan Tanrı’dan nefret etmedim;
                                                  Ama ben, halkın Tanrı’sından nefret ettim!”
 

Marilyn Manson/ Disposable Teens Şarkısından

“Tanrı Yanılgısı”mı?

Felsefi düşünce tarihinde, “İnanan ve inanmayan ikilemini oluşturan en önemli etken nedir?” sorusuna verilecek cevaplar, çoğunlukla “kötülük problemi” üzerine şekillenir. Bir yaratıcının varlığı söz konusu olduğunda, bir ateist argüman olarak sunulan bu problem, farklı şekillerde dile getirilse de temelde aynı soruya odaklanır:
“Yeryüzündeki bunca acı, ıstırap ve felaketler, iyi ve her şeye gücü yeten bir yaratıcıyla nasıl açıklanabilir?” sorusuna…

Bu soru eğitim düzeyimiz, yaşam standartlarımız ve inancımız ne olursa olsun, hemen herkesin dünyasında tatmin edici bir karşılık bekleyen soruların da başında gelir. İster Agnostik veya ateist, isterse herhangi bir inanç sistemi ve dine mensup bir teist ya da mümin olalım; huzur, güven ve lezzetlerin karşısında olan her şey, bizim için düşman ve aleyhimize olanlar ve çözülmesi gereken problemler listesinde yer alır. Aklı başında hiç kimse korkuyu, hastalığı, ayrılığı ve ölümü lezzet listesine yazmak istemez.

İnsan doğasının, yukarıda sayılan olumsuzluklar listesine karşı başkaldırışı, onun varoluşundaki bir başka gerçeği de ortaya çıkarır: İnsan, iyi ve güzelin farkındadır ve onu ister. Mutluluk, lezzet, haz vs. gibi kavramlar, insan doğasında karşılığını bütün gerçekliğiyle bulduğu için ki, tereddütsüz her insan, yaşamını bu kavramlar ve onların kazanımı üzerine şekillendirir. Özetle insan iyi ve güzeli ister, çünkü doğası ona uygun var olmuştur.

O zaman soru/n şudur:
Varoluşu ve yaşam dinamikleri, iyi ve güzel olan üzerine inşa edilen insanın, onu yaratan tarafından, yaratılışının kabul etmediği bir şeyle yüz yüze getirilmesi nedendir?

Bu soruna iki şekilde yaklaşmayı deneyebiliriz;

a) Doğrudan görünenden yola çıkarak, yaratıcının üzerimizdeki bu tasarrufunda keyfilik, zulüm ve art niyet aramak gibi bir ön kabulle (ki bu tutum, taraflar kim olursa olsun –ister müteal, ister beşeri-, her iki taraf açısından da bir uzlaşma imkânını baştan engellemek anlamı taşır);

b) Aynı hadiseye, yaratıcının bakışı ve imkânlarıyla, bizim sınır ve imkânlarımız arasındaki farkı göz önünde bulundurmak suretiyle konuya yaklaşmak.
Bu konuda tarafsız bir alanda durmak için ise bu varoluşun dışında bir konuma ve insan ile tanrı arasında bir varlığa sahip olmak gerekir! Bu da ontolojik açıdan mümkün olmadığı için, konuya ikinci şık üzerinden, yani bir insan olarak sınırlarımı(zı)n farkında olarak yaklaşmayı tercih ediyorum. (1)

Bu Resmin Kalan Kısmı Nerede?

Doğru bir perspektif çizimi için durulan yeri, mimarideki ifadesiyle bakış noktasını doğru belirlemek zorundasınızdır. Bu, perspektifin deforme olmaması için en önemli ve ilk adımdır. Keza bir mimari yapı yahut bir tabloyu da doğru şekilde kuşatmak ve en iyi şekilde görebilmek, durduğunuz yerle doğrudan ilişkilidir.

Evren ve içindekiler de bir tablodan farklı değildir aslında. Eğer olması gereken mesafeden ve daha geniş bir zaman diliminden varlığın ve taşıdıkları anlamların akışını seyredebiliyor olsaydık, onu bir tablo olarak tarif etmekte çok da zorlanmazdık sanırım. Bir farkla: Bu tablo, henüz bitmemiş ve içinde sınırsız anlam katmanlarıyla birlikte hâlâ çizilmeye devam ediyor. En kritik olanı da bu çizimin ve tabloya hangi fiziksel ve anlamsal figürlerin eklenip çıkarılacağından, ressamın dışında hiç kimsenin haberdar olmaması!

Acelecilik Bizim İşimiz!

Acelecilik ve peşin hükümlülük konusunda hiçbir varlık insanoğlunun eline su dökemez herhalde! Yargılarımızı “an”a göre belirlemek, “az, güzel ve şimdi” olanı,  “çok, güzel fakat sonra” ya tercih etmek, hiçbir Âdem kızı ve Havva oğlunun yabancısı bir eylem değil…  Ve iplerin çözüldüğü yahut “kördüğüm”e dönüştüğü eşik de burada karşımıza çıkıyor zaten; yani görünen tablo, göründüğü şekliyle mi sınırlı? Eğer öyle değilse,  görünen ile olan arasındaki boşluk nasıl doldurulacak? Ve insan, yargılarına görünen üzerinden mi yoksa görünmeyenin bilgisini de göz önünde bulundurarak mı varacak? (2)

Bunun için üst bir bilgi şekline (müteal bilgi) olan ihtiyaç kaçınılmaz olmakta. Fakat ondan önce elimizde olanlarla ve salim bir mantıkla kendimize baktığımızda, bu konuda alacağımız cevaplar çok da yabana atılır cinsten şeyler değil. Ki vahyi ve müteal bilgiyi göz ardı ederek, “Bana görünen üzerinden gel!” diyen ve Tanrıyla “cedelleşme” lüksünü kendinde gören insanın, evvel emirde kendi sınır ve özelliklerinin farkında olarak bu diyalektiğe girmesinde yarar vardır.

O zaman meselenin nirengi noktası şu soru olmalıdır:
Elimizdeki hangi bilgi ve varoluşumuzdaki ne gibi özellikler “gerçek bilgi” için bize imkân tanır?

Düzen: Nerede Başlar, Nerede Biter?

Bir sayı dizisine baktığımızda o dizinin belirli bir düzende mi, yoksa rastgele sayılardan seçilmiş bir dizi mi olduğunu anlamamız, ilgili sayı dizisinin bizim bilgi seviyemiz dâhilinde olup olmamasıyla alakalıdır. Mesela 1,2,3,4 ... (n) diye devam eden bir sayı dizisini ele alalım. Bu dizinin ardışık bir dizi olduğunu anlamamız için ilkokul seviyesindeki bir bilgi seviyesine ihtiyacımız vardır.  Daha karmaşık olan bir diziyi (mesela değişen açıların sinüsleri şeklinde devam eden bir dizi) tanımlamak için ise daha yüksek bir bilgi seviyesine ve bakış açısına sahip olmamız gerekmektedir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir.

Mesela aşağıdaki sayı dizisi insanlık tarihi açısından uzun bir dönem karışık ve düzensiz sayıların dizisi olarak tanımlanıyorken, Fibonacci’nin ortaya koyduğu bir bakış açısıyla, mükemmel bir düzeni (altın oran) (3) ifade eder hale gelmiştir.

0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55…

Ve artık o karmakarışık ve rastgele dizilmiş gibi görülen sayılar bakanlara bir düzensizliği ve karışıklığı değil harikulade seçilmiş bir diziyi ifade etmektedir. Bu da bizim, düzen denilen şeyi “insan açısından her zaman ve her an anlaşılabilirlik” olarak ele aldığımızda ortada eksik bir şeylerin kalabileceği gerçeğine ve insanın kısıtlarının bunun için “ne kadar” belirleyici olduğu yahut olması gerektiği sorgulamasına bir adım daha yaklaştırır.

Peki, bu ve benzeri bakış açıları ya da geliştirilen teolojik argümanlar, kötülük problemini ortadan kaldırmaya yeter mi?

Devam Edecek…

DİPNOTLAR:
1)Aslında bu tercih, iman ve inkâr ikileminde konumumuzu belirleyen ilk ve en önemli tercihtir. Bir yaratıcının varlığına, gücüne ve üzerimizdeki tasarruf hakkına dair tüm kabul ve retlerimiz, bu yol ayrımına göre belirlenir. Yaratılmış, dolayısıyla da sınırları bir başkası (Tanrı) tarafından çizilmiş olmak şartı üzerinden bu ve benzeri ihtilaflı konulara yaklaşmak, dinin vereceği cevaplar açısından belirleyicidir. Örneğin Kur’an, birçok ayetinde, insanın, dünya serüveni içerisinde kendisine verilen donanım ve kabiliyetleri itibariyle, sınırlı olduğunu belirtir. “Sizin kötülük sandığınızda hayır, hayır zannettiğinizde ise şer vardır/olabilir” gibi birçok ayetinde, insanın olay ve hadiselerde bu tarafının farkında olarak meselelere yaklaşması gerektiğine dair öğütlerde bulunur. Nasıl bir doktorun tedavi sürecinde, onun tedavi yöntemleri kadar sizin bu sürecin gereklerine ve onun belirlediği sınırlara uymanız tedavinin olmazsa olmaz şartlarındansa; Vahiy de, soru(n)larımıza ve beklentilerimize olan cevabı için, bize düşenin yerine getirilmesi şartını arar. Sınır tanımaz bir yemek ve tatlı tüketimi şartıyla, doktorunuzdan şeker hastalığınız için çözüm beklemek neyse, kendi sınırlarınızın farkında olmaksızın, soru(n)larınıza vahiyden cevap beklemek de bundan farklı değildir.

2)Görünen âleme, görünmeyenin bilgisi üzerinden yorum katmak, yalnızca vahiy ve onun aracıları olan peygamberlerle mümkündür.  İnsanın, tablonun henüz bizim için çizilmemiş kısmına dair haklı merakı, ressam tarafından bu şekilde giderilmektedir. Çünkü nasıl bir tablo hakkında en çok söz söyleme hakkı onun resmedicisine aitse, yukarıdaki analojiden yola çıkarak, kâinat ve onun anlam haritası hakkında da “En çok söz hakkına sahip onun yaratıcısı olmalıdır” sonucuna varabiliriz. Bu tespit, vahyi zorunlu kılan bir husustur da. Çünkü yapan bilir, bilen konuşur; hele ki yaptığı bir tablo hakkında her kafadan bir ses çıkıyorsa!

3)Özellikle batıda, “Golden Ratio” yahut “Altın Oran” üzerine yapılmış birçok akademik çalışma, evrenin öyle bir çırpıda başıboşluğa itilmesine razı olunmaması gerektiğine dair bir ipucu niteliğinde duruyor. (Osman)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum