Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Ebu Zer

Risale-i Nur'un yol göstericiliğinde bir hayat yaşamaya karar verdiğimde, onbeş yaşındaydım. Lise 1’de okuyordum. Yüzyüze geldiğim ideolojik çatışmalar ve ona eşlik eden anarşik olaylar bu toz duman arasında en ehven, en selametli yolu bulmam gereğini bana fısıldarken, hayatın anlamı ve değeri üzerine ciddi bir sorgulamayı netice veren bir hadise de yaşamıştım: Dedem ölmüştü. Onun ölüme doğru adım adım ilerlediği son günler, ve takdir edilmiş son nefesten sonra bedenini tekrar toprağa tevdi edişimiz, kendi hayatım üzerine bir muhasebeye beni sevketmişti.

Bu şartlar içinde, etrafıma baktım, insan yüzleri ve hayatları üzerinden bir ‘yol’ bulmaya çalıştım. Eşit şartlarda doğmuş ve büyümüş bunca insan arasında, hayata bakışı, yaşayışı ve ahlâkı ile birinin öne çıktığını gördüm. Diğerleri de kötü insanlar değillerdi; ama o, bariz biçimde farklı ve öndeydi işte. Halbuki aynı mahallede, aynı sosyal ve ekonomik şartlarda, benzer aile ortamlarında doğup büyümüş ve benzer eğitim çarklarından geçmişlerdi.

Fark neredeydi?

Farkın, onun okuduğu ama diğerlerinin okumadığı kitaplarla ilgili olduğunu anladım. “Okudum, hayatım değişti” demesini mümkün kılacak bir kitap okuyordu o. Risale-i Nur denilen kitaplar okuyordu...

Dedemin ölümüyle birlikte değerini daha bir farkettiğim hayatım için, aynı kitaplarla bir hemhal oluş yaşamam gerektiğini düşündüm böylece. Yaş onbeş. Kimse bana telkinde bulunmadı, kimse yemeğe veya pikniğe davet edip araya bir tebliğ eklemedi; böyle birşey olsa, mizacım gereği, muhtemelen zorlaşırdı kabulüm. Ama bir kişinin haliyle, hal diliyle söylediği, bir yol işareti oldu benim için. Allah kendisinden ebediyyen razı olsun.

Bununla birlikte, haddinden fazla ‘rasyonel’ bir delikanlı olarak, Risale-i Nur okumaya karar vermemle birlikte, okumaya başlayıncaya kadar neredeyse üç ay geçti. Eğitimde sene sonuna gelmeden başlamak istemedim zira. Ne zaman ki, Lise 1’in son sınavları da bitti, ancak o hafta Risale-i Nur okumaya başlayabildim.

İlk Risale-i Nur dersine gittiğim gün, bugün gibi hatırımda. 22 Mayıs 1979. Tevafuka bakın, o gün, Bediüzzaman’a talebe olmuş isimler şehrimize ve o akşam dersine misafir olmuşlardı. Merhum Mehmet Emin Birinci ağabey ile, Allah hayırlı uzun ömürler versin, Mehmet Fırıncı ağabey ve Abdülvahit Mutkan ağabey...

Kur’ân okumayı öğrenmeye başlamam ise, bu tarihten bir hafta sonra vâki oldu. Okumaya başladığım Risale-i Nur metinleri içinde Kur’ân âyetlerine o kadar çok atıf vardı ki, Kur’ân harflerini öğrenmeden Risale-i Nur’u yarım okumuş, yani hakkıyla okumamış olacaktım.

Onbeş yaşında bir genç olarak; daha ilk hafta içinde beni Kur’ân’a yönelten bu eserlerin nice seneler sonra “Kur’ân Okumaları” adını taşıyan bir dizi kitabın yazarı olmaya da sevkedeceğini ise hiç ama hiç bilemezdim! Henüz ilkokula başlamamış olduğu günlerden beri hep ‘mühendisliğe’ kendini hazırlamış bir insan olarak, beni yazmaya ve paralelinde sosyal bilimlere yönelteceğini de.

Evet, bir kitap okudum; hayatım değişti Allah’a şükür...

O kitaplar, takip eden iki yıl içinde ‘kalem’iyle Allah’ın dinine hizmeti de düşündürdü bana. Ve henüz lise yıllarında bir ulusal gazetede yayınlanan yazılar yazabildim; ve yazı ağırlıklı bir hayat ümidiyle, bu yüzden İstanbul’u ve birinci tercih olarak Siyasal Bilgiler’i seçtim.

Ve sene 1982... Risale-i Nur’un okunduğu mekân anlamında bir ‘dersane’de kaldığımız öğrencilik günleri... Bu ilk senenin sonlarında, bir gün bir ağabeyimizin icabet ettiği bir davete biz de dahil olduk ve o sıralar “Fethullah Gülen Hocaefendinin talebeleri” diye bildiğimiz iman kardeşlerimizin evine misafir olduk. Bir yandan çay yudumlarken, bir yandan rica üzerine Risale’den bir bahsi paylaştık beraberce. Kitap benim elime verilmişti ve böyle bir zeminde en muvafık olanı “Mü’minler kardeştir” hakikatini hayata taşıma dersleri yüklü Uhuvvet Risalesi’ni okumaktır diye düşünerek, onu okuduk.

Sonra, o kardeşlerimizden biri, “Şimdi de müsaadenizle Hocamızın bir vaazını dinleyelim” diyerek bir teyp getirdi, ‘play’ tuşuna bastı ve beraberce Fethullah Gülen Hocaefendinin bir vaazını dinledik.

Vaaz, Ebu Zer radıyallahu anh ekseninde ilerliyordu. Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın risalet günleri ve Ebu Zer. Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ile sahabilerinin yaşadığı o çetin şartlar, açlık ve yokluk günleri... Efendimizin vefatı ve fetihler... Fetihlerle gelen ganimet ve zenginleşme. Bu zenginleşmeyle birlikte hayatlarda yaşanan değişme ve rahatlama. Ebu Zer’in bu hale tahammül edemeyişi. Resûlullah ile yaşanan günleri, yastığının altında bir dinar bile olmadan başını yastığa koyagelen Resûlullah’ı ümmete hatırlatması. Ama sözünün kaale alınmayıp, zenginleşmenin ve rahata meylin daha da şiddetlenmesi. Ebu Zer’in yine uyarması... Ama bu uyarıya karşı lâkaytlık. Ve sonunda Ebu Zer’in “Ben bu hale razı olamam, sizin bu halinizi seyredemem” diyerek onları terketmesi...

Bu Ebu Zer anlatısından sonra, isim açıkça veriliyor muydu, imaen mi anlatılıyordu, şimdi hatırımda değil; ama açık ve net surette hatırımda olduğu üzere, söz Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur talebelerine geliyordu. Bediüzzaman’ın ve talebelerinin yaşadıkları... O çetin şartlar, o yokluk günleri içinde gerçekleştirdikleri büyük mücahede... Bediüzzaman’ın vefatı ve sonrası... Önce hasır konulan yerlere, olmadı kilim, olmadı halı sermeler; olmadı, koltuk da yerleştirmeler... Bu aşamaların gösterdiği üzere, adım adım rahata meyil, adım adım dünyevîleşme... Buna karşı, kendisinden sâdır olan uyarılar, uyarılar. Ama bu uyarıların karşılık görmeyişi...

Sonuç?

“Ben de Ebu Zer gibi...”

Gücenmiştim.

Ebu Zer’i vurgulama hatırına diğer sahabilerin hatırasına bir derece dokunan bu üslup; sonrasında, diğerlerinin Bediüzzaman’ın mirasını hakkıyla taşıyamadıkları imasını içeren, sair Risale-i Nur okuyucularından ayrılışını bu çerçevede açıklayan bir üslup...

Kasedin sonuna gelindiğinde, ortamda sessizlik oldu bir süreliğine. “Tam da Uhuvvet Risalesi okumuşken...” diye, duyulabilir bir ses tonuyla mırıldandım. Gücenmiş kalblerle üç-beş kelam ettik; sonra vedalaştık.

Şükür ki, ‘tahkik’ ve ‘merak’ nimetiyle yaşayan bir kuluydum Rabb-ı Rahîm’in. Bu yüzden, önce Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ını okumamın önerilmesine karşı, “Önce hayatını okumak, peşin bir yargı oluşturur. Önce eserini okumalıyım ki, önceden bir kabullenme olmadan karar verebileyim” demiş ve Sözler’den başlamıştım Risale okuma yolculuğuna. Yaş onbeş... Bu yüzden, Risale-i Nur hizmeti içindeki ağabeylerimizin ‘demir leblebi’ diyerek okumayı ileri yaşlara bırakmamızı tavsiye ettikleri Muhakemat’ı, üniversite birinci sınıfta iken okumuştum. Yaş onyedi... Bu yüzden, ağabeylerin Risale-i Nur’u okumadıkları diğer eserlerle kıyaslayıp “Risale-i Nur gibisi yok” demelerini ‘tahkike aykırı’ bulmuş; Mevdudî’den Elmalılı’ya, Malik b. Nebî’den Şeriatî’ye, Nedvî’den Seyyid Kutub’a, hepsi Allah’ın dinine hizmet yolunda eser vermiş, ömür vermiş başka isimleri de okumuştum. Yaş onsekiz... Bu okumalar, ayrı yollardan gitseler de hepsi Allah’ın dinine hizmet derdiyle yaşayan bu insanları da sevmem sonucunu getirdiği gibi, Risale-i Nur’a olan bağlılığımı da arttırmıştı üstelik!

Ve işte yine aynı yaşta, Ebu Zer üzerine bir tahkik başlamıştı dünyamda. Ebu Zer’i çok sevmemi sağlayan, ama onun ümmetin ‘cadde-i kübra’sını değil, ‘emniyet şeridi’ni temsil ettiğini bana öğreten bir tahkik olacaktı bu...

Ebu Zer ki, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, onu bir peygambere atıfla tarif etmişti: Hz. Peygamber’in “Ebu Zer, İsa b. Meryem’in zühdüyle yürür” ve “İsa aleyhisselamın tevazuunu merak eden, Ebu Zer’e baksın” buyurduğunu bildiriyordu hadis kitapları. Ne şeref! Halini, ahlâkını tarif için bir Peygamber’e benzetilmek! Hem o Ebu Zer ki, “Gökkubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” demişti Peygamber Efendimiz.

Kur’ân ve Resûlullah için yaptıkları yanında, bizzat Resûlullah aleyhissalâtu vesselam tarafından bu vasıflarla övülen bir sima nasıl sevilmezdi, ona nasıl imrenilmezdi...

Onun hakkında bu imrenilesi sözleri söyleyen Hz. Peygamber, buna karşılık, kendisine şunu da vasiyet etmişti:

“Ey Ebu Zer! Ben seni zayıf (hassas) bir kimse görüyorum. Ben kendim için sevdiğimi senin için de aynen severim. Öyleyse, iki kişi üzerine (bile olsa) emîr olmayasın, yetim malına da velîlik yapmayasın.” (Ebu Dâvud, Vesâya 4; Nesâî, Vesâya 10)

Hepsi de Ebu Zer hakkında, hepsi de Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın mübarek dilinden sâdır olan sözler... Bir tarafta, onun ancak Hz. İsa’nın zühdüyle mukayese edilir haldeki zühdünü, tevazuunu ve de doğru sözlülüğünü takdir. Ama diğer tarafta, hissîliği, hassas mizacı, ve böylesi bir mizacın sevkiyle ifrat veya tefrite yönelme riski dolayısıyla hüküm verme, yönetme boyutu içeren bir vazife üstlenmemesi noktasında bir nebevî uyarı...

Hz. Peygamber’in o övgü dolu sözlerine mazhar olan Ebu Zer’in, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın birbiri ardınca cennete müjdelediği on sahabiden, ‘Aşere-i Mübeşşere’den olmamasının bir sırrı da burada idi muhtemelen. Ebu Zer, büyük bir sahabiydi; ama ümmetin ana caddesini ve bu caddenin orta şeridini gösteren bir büyük sahabi değildi. Ebu Zer, büyük sahabiydi; ama ümmete savrulma ve hatta uçuruma yuvarlanma çizgisini gösteren, bu anlamda onları uyaran bir sınır işareti ve bir ‘emniyet şeridi’ olarak büyük sahabiydi. Ümmet için Ebu Zer’ler muhakkak lâzımdı, ‘vasat ümmet’in nihaî sınırlarını çizen hatları temsil ediyordu Ebu Zer; ama bu ‘vasat ümmet’ dairesinin merkezini, orta noktasını değil... O orta noktayı, öncelikle Hulefâ-yı Râşidîn, Aşere-i Mübeşşere ve Ehl-i Beyt temsil etmekteydi! Ebu Zer, hakikatin ideal düzlemdeki sözcüsü niteliğindeydi; ama ‘hakikatin dengesi’nin sözcüsü değil... Yoksa, onu o zühdü ve verasıyla İsa aleyhisselama benzeterek öven Hz. Peygamber, yöneticilik ve hakemlik konusunda niye o uyarıyı yapsındı!

Bu bakımdan, Ebu Zer’e işaret eden bir anlatımın kesinlikle doğru ve gerekli olmasına mukabil, Ebu Zer’i merkeze koyan bir anlatım doğru değildi.

Bunun bir delili, onun Rebeze’ye gidişine yol açan olaylar zinciriydi.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın vasiyetine uyup iki kişiye bile emîr olmayan ve hiçbir mülke dair velîlik etmeyen Ebu Zer, buna karşılık o fetihler döneminde, hele ki fetihlerin odak noktası niteliğinde Şam’da insanları ‘altın ve gümüş biriktirme’ye karşı uyarmış, onlara Resûlullah’ın hayatını hatırlatmıştı, doğru.

Sonra, halifenin emriyle Medine’ye gelmiş, orada da aynı uyarıları yapmıştı, doğru.

Ama raşid halifelerin ve aşere-i mübeşşerenin üçüncüsü Hz. Osman da onu uyarmıştı. Ebu Zer, yanlarındaki altın ve gümüşlerden dolayı mü’minleri Tevbe sûresinin 34-35. âyetleri ile uyarırken, Hz. Osman’ın söylediği şuydu: Bu âyetle zemmedilen, zekâtını vermeden altın ve gümüş biriktirmektir. Zekâtı verilmiş bir mala, ‘haram mal’ muamelesi yapılamaz, bu âyetin kapsama alanı içine alınamaz!

Hem, Ebu Zer’in dayandığı bu âyet, helâl yoldan ticaret veya ziraatla kazanç sağlayanları değil; münhasıran, ‘Allah yolunda sarfetmek üzere insanlardan mal toplayan, ama Allah yolunda harcamayıp biriktiren’ haham ve ruhbanları işaret ederek mü’minleri böyle olmamaya çağırıyor değil miydi?

Ebu Zer, bu noktada, ideal durumu gösteriyordu: herşeyini her daim Allah için infak edebilmek. Ama Ebu Zer radıyallahu anh, bunu bizzat Kur’ân’ın va’zettiği ‘vasat ümmet’ çağrısını ihmal ve hatta ihlal ederek, hatalı bir içtihadla ‘zekâtı verilmiş mallar’ı da bu âyetin kapsama alanı içine alarak yapıyordu!

İşte bir örnek: Ebu Zer nihaî çizgiyi gösteriyor, halife Osman-ı Zinnureyn ise ana ekseni belirliyordu...

O halde?

Asr-ı Saadet hâtırasının ve hadislerin gösterdiği üzere, Ebu Zer’siz olmazdı; Ebu Zer’siz bir ümmet ideal nokta ve sınır çizgilerinden mahrum, dolayısıyla eksik olurdu. Ama eksenini Ebu Zer’lerin belirlediği bir ümmet de ‘vasat ümmet’ olamazdı, o ‘vasat’ın temsili en başta râşid halifelerde tecessüm etmekteydi! Ebu Zer ise, Ebu Zer olduğunu bilerek; bizzat Efendimizin açık ve net uyarısına ittibaen, ‘iki kişiye bile’ emîr olmaktan çekinmişti.

Ayrıca, şunu da öğrenmiştim bu vesileyle: Dinlediğimiz vaazda anlatılana muvafık şekilde Ebu Zer’in Rebeze’ye kendi kararıyla gittiğini bildiren rivayetler olmakla birlikte, kaynakların ekseriyetinin üzerinde birleştiği görüş, bunun ‘gönüllü bir sürgün’ olduğu, yani bu gidişin Hz. Osman’ın kararıyla gerçekleştiği ve Ebu Zer’in de buna rıza gösterdiğiydi...

Üstadım Bediüzzaman’ın ısrarla dediği üzere ‘tahkik mesleği’ üzere gitmenin ve aklını büyüklerin cebine koymadan ‘mihenge vurma’nın bir lütfuydu karşıma çıkan. Görmüştüm ki, o akşam duyduğum Ebu Zer tablosu, ‘eklektik’ti ve ‘eksik’ti. Dolayısıyla, bu örnek üzerinden Risale-i Nur hizmetine dair denkleştirme de problemli hale geliyordu...

Bu ‘tahkik’ tecrübesini hiç unutmadım. Ayrıca, bu eklektik anlatı üzerinden Risale-i Nur hizmetinin mümessillerine dair genelleyici telmih de bir sızı olarak kaldı yüreğimde.

Diğer taraftan, bir mü’mine veya mü’minler topluluğuna hak etmediği bir sıfat izafe etmeye dair uyarının sızısı ve endişesi ile yaşadım... İtham edilen kişi(ler)de bu sıfatlar yoksa, sözün söyleyen(ler)e dönmesi riskine dair uyarıları vardı Peygamber Efendimizin...

Ve ne yazık ki, ilerleyen yıllarda, bunu da görecektik: gazete, siyaset, dünyevîlik... Bir vakit her üç noktada sair Risale-i Nur okuyucularına yönelik ithamların ağır ve haksız olduğunun fiilen tecrübe edildiğini, aynı vasıtalarla, hem de daha şiddetli bir surette sınanma sûretinde görecektik...

Bu tecrübe, çok şey söylüyor.

En başta, hulefa-yı râşidîn’in, aşere-i mübeşşerenin ve ehl-i beytin çizdiği ‘vasat’ın en doğrusu olduğunu...

Hayatın, tam da Bediüzzaman’ın “hasen ahsenden ahsen/hak ehaktan ehak” dediği çizgide ilerlediğini; ideale talip olmakla birlikte vasata razı olmak ve mü’min kardeşlerine ‘vasat’ın ölçüsüyle bakmak gerektiğini... Aksi halde, ifrat-tefrit salınımlarına açık hale gelebildiğimizi...

Ebu Zer’lerin Ebu Zer’liğini bilmesi ve Ebu Zer’e yönelik nebevî ikazdan kendisine de bir hisse devşirmesi gereğini...

Aksi halde, Ebu Zer’e atıfla çıkılan bir yoldan, onun kasdının tam hilafına, ‘Emevîlik’ devşirenlerin dahi zuhur edebileceğini...

Dahası, bu devşiriciler içerisinden, kendisi gibi düşünmeyen bir meşru otoriteyi Ebu Zer’in o çok sevdiği Ehl-i Beyt’in ibtilâya uğradığı Kerbela’yla ‘uyaracak’ derecede Emevîleşenlerin dahi çıkabileceğini...

Ebu Zer’i hep sevdim. Onun ‘ahsen’i ve ‘ehakk’ı gösteren bir sembol olduğunu; ama ‘ahsenden ahsen’ ve ‘ehaktan ehak’ bir yolu râşid halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ve ehl-i beytin göstermiş olduğunu unutmadan...

Üstadımdan aldığın ders de bu idi zaten.

Ne diyordu Bediüzzaman: “Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat onu ihtiyar etmiş.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
13 Yorum