Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Düşüş

Yolculuk, kıymetini bilirsek, düşünmenin ikiz kardeşi..

Tren mutad seyrinde ilerlerken, zihnim atamız Âdem’in cennetten yeryüzüne yolculuğu ile meşgul.

Bizim ‘inmek’le karşıladığımız bu yolculuğun Garp diyarındaki karşılığı ‘düşüş.’ Hz. Âdem, yeryüzüne indi mi, düştü mü?

‘İnme,’ bu serencamın ceza boyutunu ilk anda çağrıştırmıyor; ‘düşüş’ ise, olayda ‘ceza’dan başka bir veçhe bırakmıyor.

Peki, Âdem’in yeryüzüne inişi bir ‘ceza’ mıydı gerçekte; yoksa, zahiri ‘ceza’ olarak görülen bu olayın ardında mukadder bir rahmet mi saklı?

Âdem hep cennette mi olsa âdemiyetin nihayetine erişirdi, yoksa âdemiyetin inkişafı için yeryüzüne inmesi bir zaruret miydi?

Hem, ‘düşme’de yeryüzünde hayata ‘trajedi’ yükleyen bir taraf gizli; ‘inme’ ise yeryüzünü bir ‘misafirhane’ olarak görmemize elverişli.

Tren durakları birer birer ziyaret edip dur-kalk ilerlerken, sorular birbirine eklenen katarlar misali diziliyor zihnimde.

Sonra, tekrar başa dönüyor zihnim: Hz. Âdem yeryüzüne ‘indi’ mi, ‘düştü’ mü?

Derken, tren yolu boyunca, sonbaharın ilk yağmurlarıyla boy vermiş taze otlar gözüme takılıyor.

Bir de, hafif hafif çiselemekte olan yağmurun otlar üzerinde bıraktığı damlacıklar...

Katreler, yeryüzüne iniyor mu, düşüyor mu?

Sonra, yağmurun gökten yere yolculuğu yerine, yerde olup bitene dönüyor zihnim.

Ama iniş, ama düşüş; görülen o ki, yağmur damlaları yere değip toprakla buluşunca rahmet hâsıl oluyor. Tek başına su, tek başına toprak bir anlam ifade etmez iken, bu buluşmadan nice nice hayatlar, nice nice sanatlar, nice nice güzellikler ve rahmetler zuhur ediyor.

Ama aynı su, toprağa değil, taşa, kayaya isabet edince, kayanın içine bir yol bulmadıkça yahut kayanın üstünden akıp toprağa kavuşmadıkça, bir anlam taşımıyor.

Keza, gökten yere inenin, su olduğu takdirde bir anlamı var. Gökteki su yerdeki toprak ile buluşunca rahmet tecelli ediyor; ama gökten su değil taş ‘inecek’ veya ‘düşecek’ olsa, bunun bir rahmete cilvegâh olabilmesi için, o taşların yine su ile kavuşmaları, suyun içlerine nüfuz etmesi, onları çatlatması, ufalaması, kimbilir kaç bin sene sonra toprağa dönüşmelerini sağlaması gerekiyor.

Yani, işin özü ‘inmek’te veya ‘düşmek’te değil.

İşin özü, ne olarak düştüğümüzde?

Gökten yere su inince veya düşünce rahmet, taş inince veya düşünce âfet, gazap, felâket...

O halde, âdeta atamız Âdem’in cennetten yeryüzüne yolculuğu misali, cennet-misal bir hal ve hatıra üzere olduğumuz çocukluktan çıkıp irademizi kuşanıp o irademizin ağırlığınca yeryüzüne doğru yol alırken, hangi keyfiyette olduğumuza bakmalı?

Su gibi mi inmekteyiz, taş gibi mi?

İç dünyamızı başka dünyalara tevazu ile açıp bir büyük buluşmayı vâki kılmaya mı talibiz, yoksa kimliğimizi kimseyle paylaşmadan öyle kaskatı durmaya mı?

Dönüşmeye mi razıyız, değişmeden durmaya mı?

Âdem de yeryüzüne indi, İblis de...

Bu bir ‘düşüş’ ise eğer, Âdem de düştü, İblis de...

Ama biri o düşüşten ebedî cennet meyvesi devşirdi; çünkü su gibi indi, kaskatı bir benlik ile değil. Su gibi indiği veya ‘düştüğü’ için, en kötü haliyle ‘zühre’ oldu, toprakta biten çiçeklere dönüştü. Ama daha iyisi, ‘nâr-ı aşk’ ile çabuk tebahhur edip semaya doğru yeniden başladı yolculuğu

Öteki taş gibi indi; taş gibi yere çakılı kaldı.

Düşüyor muyuz, iniyor muyuz; bu soru beni ikinci derecede ilgilendiriyor artık.

Benim için daha geçerli soru, şu: Taş gibi mi, su gibi mi benliğimiz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum