Musa Kazım YILMAZ

Musa Kazım YILMAZ

Dünya ve ahiretini feda ederek başkasının imanını kurtarmaya koşan adam

Bir adam tanıyorum,  eserlerinden… Adam gibi adam… Temyiz yaşına ulaşır ulaşmaz büyük bir azim ve imanla mücahede meydanına atılan bir adam… Bitlis’in, her türlü mahrumiyet içinde bulunan Nurs köyünde, 1873 yılında dünyaya gelen bir adam… Doğduğu çevrenin sert ve ağır şartlarını yenen bir adam… Doğduğu yıllar, 600 yıllık koca imparatorluğun çöküş yıllarına rastlamasına rağmen o, her türlü imkânsızlık ve mahrumiyeti yenerek bütün dünyaya hitap edebilme bahtiyarlığına ermiş büyük bir iman ve tecdit adamı…

Hayatı boyunca hep Hz. Peygamber’i (s.a.v)  ve sahabeyi örnek alan bir adam… Bu yüzden seksen yedi yıllık destanımsı hayatı bir sabun köpüğü kadar tertemiz ve berrak… On yaşından itibaren çağını ve çağdaşlarını etkileyen ve onları peşinden koşturan bir büyük dava adamı… Bir mütefekkir ve bir kahraman… Onun için “20. asırda bir asr-ı saadet Müslüman’ı” ifadesini kullananlar ne kadar da isabet etmişler!

O talebeleriyle birlikte yaşayıp bütün dünyaya ders veren bir müderris, bir allame... Evi yok, çoluk-çocuğu yok; yeri yok, yurdu yoktu. “Ben halka, tabiata ve bu toprağın gerçeklerine öylesine yakınım ki, adeta onların mevzularını konuşuyorum. Ben sevad-ı azama (halkın ekseriyetine) tabiyim” dediği halde halkın içine karışmaktan ve halkıyla beraber yaşamaktan men edilen bir adam… Savcılıklara ve Mahkemelere verdiği birçok dilekçenin sonunda “Her türlü medenî haklardan mahrum edilen, tecrid-i mutlakta mevkuf …” ibaresi yer alıyordu. Belgesel niteliğindeki bu yürek yakan ifadeler hala o adamın eserlerinde mevcuttur.

Ama o halinden memnun bir adamdı; her şeye rağmen “Bu dünyanın çok sefasını gördük; azıcık cefasını da çeksek ne olur!” diyecek kadar hakiki tevekkül sahibi bir adamdı. Hatta Şam’da yaşayan kız kardeşi,  yıllar sonra onun Türkiye’deki adresini bulmuş ve ona bir mektup yollamıştı. Mektupta ağabeyinin ne işle meşgul olduğunu, nerelerde yaşadığını soruyordu. O ise, sürgünde bulunduğu dağlar arasındaki Barla nahiyesinden kız kardeşine yazdığı cevabî mektupta şunları yazıyor: “Kardeşim; halimi soruyorsun; Elhamdu lillah ben çok iyiyim. Ben şu anda bir köyde imamım. Bu dünyada görüşmek nasip olmasa da inşallah ahirette görüşeceğiz.” Belli ki,  “Ben bir köyde sürgünde yaşıyorum” yerine, “Ben bir köyde imamım” diyerek kız kardeşini üzmek istememişti. Evet, o sadece o köyün imamı değil, bütün dünyaya yayılacak olan bir tecdit hareketinin de imamıydı aynı zamanda.

Birçok fikir ya da ilim adamının fikri yapısı ile özel hayatını birbirinden ayırmak mümkündür. Fakat onun gibi davası için yaşayan bir İslam âliminin özgeçmişi ile mefkûresini birbirinden ayırmak çok zordur. Bu yüzden ben burada o zatta bulunan farklı bazı özellikleri arz etmek istiyorum. Ta ki, başka hocaları onunla karıştıranlar doğru ve insaflı bir mukayese yapabilsinler.

1)  Her şeyden önce, onun için “özel hayat” denilebilecek bir zaman dilimi olmamıştır. Yani bizim anladığımız manada bir özel hayatı yoktu. Denilebilir ki, onun için özel hayat, akşam namazından sonra, talebelerinden ayrı bir odada, âlem-i İslam’ın selameti için el açıp Allah’a yalvardığı hususi dua zamanlarıydı. Zira o kendisi için değil içinde yaşadığı cemiyet için ve âlem-i İslam’ın selameti için yaşıyordu. “Âlem-i İslam’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Ben âlem-i İslam ile alakadarım” diyordu.

2) Onu çağımızdaki diğer âlimlerden ayıran temel özellik fikirlerinin orijinalliğidir. Çünkü hiç kimseyi taklit etmemiş, tenkit de etmemiştir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez” diyerek farklı görüş sahiplerinin görüşlerini zikretmekten çekinmemiştir.

3) O imanla şecaati, ilimle irfanı, madde ile manayı; kısacası, dünya ile ahretin sorumluluğunu şahsında toplayabilen ender bir kişiliğe sahipti.

“Ben âlem-i İslam’ın selameti yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de… Gözümde ne cennet sevdası var ne de cehennem korkusu… Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Kur’an’ımızın bir cemaati varsa cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım. Zira vücudum yanarken gönlüm gül-u- gülistan olur” diyen bir adam…

“İki hayatım var, biri dünyevî, diğeri uhrevî… Her ikisini de elime almışım; icap ettiği zaman her ikisini de feda etmeye hazırım. Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın” diyecek kadar serdengeçti ve cesur bir adam… Esasen ona: “Zamanın Garibi” [Bediüzzaman] lakabını verdiren özellikler de bunlardır.

4) O zatın kitaplarını gözden geçirenler, ya da onun hayatını okuyanlar, onda temel bir gaye görürler: O da, İslam’a ve Kur’an’a layık, şahsiyetli ve medeni bir toplum oluşturmaktır. Bu yüzdendir ki, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dünyevi makamlara, maaşlara ve ikbale yönelmemiş, tufanda sebze ve meyve yetiştiren bir seracı titizliğiyle, gençliğimizi dinsizlik ve tabiatçılık felaketine karşı korumaya çalışmıştır.

O bu uğurda her şeyini, hatta hayatını bile feda etmekten çekinmemiştir. Yüksek dereceli bir zekâya sahip olmasına rağmen yeryüzünde bir arsaya ya da bir apartman dairesine sahip olmamıştır. Evet, O süper bir zekâya sahipti. Fakat bütün zekâsını ilme ve iman hizmetine vermiştir. Gençliğin imanı namına her şeyi göze alarak ve Hz. Ali (r.a) gibi ölümü hakir görerek cihad meydanına atılmıştır. Onu menfur emellerine alet etmek isteyenler çıkmışsa da, bugün dine saygılı bütün sivil toplum kuruluşlarının temelinde onun cihad şuurunu ve onun prensiplerini görmek mümkündür.

5) O Zat  45 dile çevrilmiş tefsir, hadis, kelam, hukuk, felsefe, mantık ve siyaset gibi birçok ilim dalında verdiği eserlerle her meslek sahibinin takdirini kazanmış müstesna bir İslam âlimidir. O, savunduğu fikirlerle 20. asır siyasi doktrinler hayatına, hiçbir gücün silemeyeceği kadar köklü ve derin bir imza atmıştır. Bu yüzden Onun ismi, dünyada herkesin saygı duyduğu,  fakat şerirlerin ve betbahtların da korktuğu bir isim haline gelmiştir.

6) Onun fikirlerine karşı olmayı gerekli görenler, Üzülerek belirtmek gerekir ki, onu ciddi bir tenkit süzgecinden geçirmek cesaretini bile kendilerinde bulamayan zavallılardır. Eserlerinde devamlı pozitif bir metodu, aşırı iyimserliği ve kendi deyimiyle “müspet hareketi” benimseyen bu zatın eserlerini ilmî bir şekilde tahlil edemeyenler, maalesef iftira ve itham silahlarını kullanmaktan öteye gidemiyorlar. Özellikle günümüzde,  onu ve eserlerini menfur emellerine alet etmek isteyen şarlatanlar su yüzüne çıktıktan sonra, bazı İlahiyat hocaları tarafından yapılan hatalı ve kötü niyetli değerlendirmeler, birçok iyi niyetli insanları olumsuz etkilemektedir.

7) O, bize ait olmayan ithal kültürlere karşı bir set oluşturmak amacıyla 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bütün mesaisini İslamî ve imanî eserler neşretmeye vakfetmiştir. İşte onun bütün hayatı böyle bir hizmetin, çileli fakat başarılı çizgisinde geçmiştir. Bu itibarla o zat, hayatı boyunca bütün İslam âlemine ve hatta topyekûn insanlığa bir çağrıda bulunarak, imanın ve barışın etrafında birleşmeyi ders veren güçlü bir sesin sahibidir. Onu kendi kirli emellerine alet etmek isteyenler ise, onu hiçbir zaman anlamadılar ve eserlerini tetkik etmediler. Sadece onun iyi vasıflarını kendileri için reklam aracı yaptılar.

8) O zat 1. dünya savaşında doğu cephelerinde kumandanlık yapmış,  Ruslara esir düşmüş, esaretten sonra milli mücadele yıllarında da emperyalist güçlere karşı savaşmıştır. Ancak tehlikesinin bertaraf edilmesinden sonra bu kez düşmanlar, inançsız bir kültür emperyalizminin fitilini yakmışlardı.  O ise, savaştan sonra “gel keyfim gel” diyerek maaşlara talip olmamış, istirahate çekilmemiş, bu yabancı kültür istilasına karşı en şiddetli mücadeleyi verenlerin başında gelmiştir.

Şu ifadeler onundur: “1338’de (yani 1921’de) Ankara’ya gittim. İslam ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde gayet müthiş bir zındıka fikri ifsada başlamıştı. Bu zındıka cereyenı, Müslümanların içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim. “Bu ejderha imanın erkanına ilişecek”  İşte bu zat, o zındıka cereyanını durdurmak amacıyla (قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ) “Semavat ve arzın yaratıcısı olan Allah’ın varlığında şüphe mi vardır?” ayetini tefsir ederek bir risale hazırlamış ve o günün kıt imkânlarıyla Ankara’da Yenigün matbaasında bastırmıştır. Acaba onu tenkit eden İlahiyat hocaları, “TABİAT RİSALESİ” adlı bu eserini okudular mı? Okudularsa neden bir değerlendirmede bulunmuyorlar?

9) 1. dünya savaşından önce de bu dinsizlik cereyanlarının bir sel gibi İslam dünyasını istila edeceğini hissetmişti. Bu yüzden 1. dünya savaşından önce Van’da bulunduğu sıralarda, kendisine bir gazete haberini gösterirler. Haber şöyle: İngiliz avam kamarasından Lord Gürzon adlı Yahudi asıllı bir adam eline Kur’an’ı alarak şöyle demiş: “Eğer biz gerçekten Müslümanlara hâkim olmak istiyorsak ya bu Kur’an’ı Müslümanların erlinden çıkarmalıyız, ya da Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız.”

Adamlar gerçekten planlarını en kestirme yoldan yapmaya çalışmışlar. Kur’an’ı ortadan kaldırmanın hiç kimsenin haddi olmadığını Lord Gürzon da çok iyi biliyordu. Ama Müslümanları Kur’an’dan soğutmanın yollarını bulmak için İngilizler kesenin ağzını açmışlardı. Kesenin ağzı hala açıktır ve habire dini tahrif edecek şarlatanlar yetiştiriyorlar.

İşte O zat bu haberi okur okumaz adeta beyninden vurulmuşa döner ve şöyle haykırır: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün dünyaya ben ispat edeceğim.” El-Hak, ispat etti de. Acaba onu tenkit eden İlahiyat Hocaları neden İşaratü’l-İ’caz’ı ve 25. Sözü okuma zahmetine katlanmıyorlar?

10) O gerçekten şartları çok ağır olan bir çağa damgasını vuran bir adam… Bir tarafta, kendi deyimiyle, gizli bir zındıka cereyanı, diğer tarafta savaştan yeni kurtulmuş, imkânlarını tüketmiş ve yorgun düşmüş bir İslam dünyası vardı.  Bu yüzden o çoktan kararını vermişti: Kur’an’a ve imana karşı yapılan mücadelelere bigâne kalamazdı. “Zaman imanı kurtarmak zamanıdır” formülü çerçevesinde kaleme aldığı eserlerle imana ve Kur’an’a yapılan itirazlara cevap vermiş; hayatı pahasına da olsa başkalarının imanlarını kurtarmaya koşmuştur.

11) Onun en büyük özelliklerinden birisi de yazdığı eserlerde kendisini nazara vermeyerek “Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır. Kur’an ise arşı ferşle bağlayan bir zincir-i nuranidir. Benim ne haddim var ki ona sahip çıkayım” ifade etmesiydi. Ama gelin görün ki, bazı betbahtlar, onun bu sözlerini tevazuuna değil, (haşa) kibrine delil gösteriyorlar…

Kendisine “Sen bu asrın müceddidisin” diyen talebelerine hep şahsiyetini arka plana atan cevaplar veriyordu: “Zaman cemaat zamanıdır, şahs-ı manevi zamanıdır. Şahsî kemalat ne kadar büyük olursa olsun çürütülebilir… Şöhret  ise, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır.”

Bu yüzden O hiçbir zaman “Ben” demiyor, “Biz” diyordu. “Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-i imaniyedir. Medem ki nur-u hakikat imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil bin Said feda olsun. 28 sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helal olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helal ediyorum” diyordu.

Eskiden ve şimdilerde bile Müslümanlar, bir eserin etrafında değil bir şahsın etrafında toplanıp onun ağzına bakıyorlar ve ona hürmete etmeye mecbur kalıyorlardı. Onun bu tevazu ve fedakârlığı sayesinde, Müslümanlar bir şahsa hürmet etmeye bağlı kalmaktan ziyade bir eser okumayı ve kitaplara bağlı kalmayı tercih etmişlerdir. Bu tercih, Risale-i Nur’un bütün dünya Müslümanlarına kazandırdığı en üstün meziyetlerden biridir.

12) O, dünya çapında büyük şöhrete sahip olmasına rağmen ondaki tevazu Hz. Peygamber’in ahlakını hatırlatıyordu.  Dünya çapındaki şöhretine rağmen kimsenin bilmesini istemediği ve halen de bilinmeyen son menziline, o ebedi yolculuğuna bile, 23 Mart 1960 yılının şafağında, Urfa’dan, sessiz sedasız bir şekilde çıktı.

Denilebilir ki, 23 Mart 1960 Tarihi, hiçbir zalime baş eğmeyen bir mücahidin “Efendiler, ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecektir” dediği gerçeğin başlangıç tarihidir. Sanırım bu konuda fazla söze gerek yoktur. Eminim ki, O kabrinde şu anda bizleri mutlulukla seyrediyor.

Kimden söz ettiğimi anladınız herhalde… Bediüzzaman’dan…. Şimdi size bir menkıbe anlatayım:

Elfiye sahibi Endülüslü âlim İbn Mâlik, bin beyitten oluşan Elfiye adlı kitabını yazmaya başlamıştı. Fakat kitabın önsözünde bir hata yaparak, kendisinden önce böyle bir Elfiyeyi yazan İbn Mu’t’a tarizde bulunmak için bir beyit yazmak istemiş. İlk mısrasını da şöyle yazmış: (فَائِقَةً أَلْفِيَةَ إبنِ مُعْطٍ) Yani, “İbn Mu’t’in elfiyesinden çok üstündür.” Ancak İbn Mâlik, gün boyunca beytin ikinci Mısrasını bir türlü yazamamış. Geceleyin rüyasında İbn Mu’t hazretlerini görmüş. İbn Mu’t ona hal-hatır sormuş. Sonra, “Duyduğum kadarıyla sen de bir Elfiye yazıyormuşsun, fakat bir beytinde takılıp kalmışsın, öyle mi?” demiş.

İbn Mâlik, “Evet Hocam, maalesef… O beytin ikinci mısrasını bir türlü yazamadım” demiş. Bu kez İbn Mu’t, “O mısrayı (وَالْحَيُّ يَغْلِبُ أَلْفَ مَيِّتٍ) yani, Bir diri bin ölüye bedeldir,  şeklinde yaz” demiş. İbn Mu’t hemen uyanmış ve yaptığı hatanın utancıyla eski mısrayı terk ederek yeni bir beyit yazmış; ayrıca (وَهوَ بِسَبقٍ حائِزٌ تفضيلاً     مستوجِبٌ ثنائِيَ الجميلا ) Yan,i, “İbn Mu’t, benim selefim olduğu için faziletlidir ve benim güzel övgülerimi hak etmektedir” demiş.

Şimdi Said Nursi’ye “Bediüzzaman” lakabını veren âlimler vefat etmişler. Kuşkusuz onun zamanındaki bütün âlimler onun ilmine saygı gösterip teslim oldular. Onunla ilmen mücadele edecek bir hoca parmakla dahi gösterilemezdi. Sadece bazı hocalar, kıskandıkları için onu ihbar edip rahatlamaya çalışıyorlardı. Bediüzzaman da vefat etmiş. Günümüzde ise, Bediüzzaman’ın yazdıklarını anlamaktan aciz kalan bazı zevat, bir kısım sözlerini cımbızla çekerek onu insafsızca tenkit ediyorlar. Bu tutum ilme, insafa ve vicdana sığmaz. Eğer gerçekten hoca iseniz, önce onun eserlerini okuyun, anlamaya çalışın;  sonra tenkit edin. Vefat etmiş bir İslam aliminin gıybetini yapmak kolaydır.

Galiba iftiracıların durumunu en iyi anlatan şu iki beyittir:

كم من لئيم مشى بالزور ينقـلـه ** لا يتقي الله لا يخشى من العـار

لو كل كلب عوى ألقمته حجـراً ** لأصبح الصخر مثقالاً بـدينـار

Nice kötüler var ki, iftirayla yürür, o getirip götürürler;

Allah’tan da korkmaz, kuldan da utanmazlar…

Fakat eğer taş atacak olursan, her uluyan Kelbe,

Fiyatı bir dinara çıkar, kayaların bir tek miskali…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.