Dünya mı? Ahiret mi?

Dünya; yakın olmak anlamına gelen ‘dünüv’ kökünden türemiş en yakın, canlıların üzerinde yaşamış olduğu gezegen, yer küre demektir. Terim olarak da, insanın ölmeden önceki hayatı, bu hayattayken ilişki içinde bulunduğu varlıklar ve bu varlıklarla ilgili eğilimleri, tutum ve davranışları anlamına gelir. Kur'ân'da yer ve yeryüzü için arz kelimesi kullanılırken, içinde yaşadığımız hayata " yakın hayat veya önce gelen hayat" anlamlarına gelen dünya hayatı adı verilmiştir.

Aynı konuda Bediüzzaman hazretleri, “O Sâni-i Hakîm (her şeyi hikmetle yapan Yüce Allah), dünya mescidinde ve arz mektebinde” ifadesiyle dünyayı, daha çok insanın kendi şahsi ve manevi hayatını ilgilendiren ‘arz’ı da yani yeryüzünü de bir okul gibi hayatın öğrenildiği ve geçimin sağlandığı yer olarak değerlendirmektedir.

Kur'ân-ı Kerimde arz (yeryüzü) coğrafî, dünya ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak yer almıştır. Bunun için dünya kötülenir ve aşağılanır, üzerinde yaşadığımız yeryüzü değil; burada kötülenen, âhiret kaygısını geri planda tutan hayat tarzı kastedilmektedir. Kur'ân-ı Kerimdeki “ Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka birşey değildir.”[1]Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”[2]Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.[3] Ayetlerin meallerinde geçen “dünya” ifadelerinde de bu anlaşılmaktadır. Sahih hadislerde de dünya bu anlamda kullanılmıştır "Cennete giren hiç bir kimse, dünya üzerindeki her şey kendisine verilse bile, dünyaya dönmek istemez  Ancak şehid müstesnadır  O, göreceği ikramdan dolayı tekrar dünyaya dönüp on defa daha öldürülmeyi (şehid olmayı) arzu eder.”[4]  Rasûlullah (a.s.m.): “Dünya tatlı ve hoştur. Görünüşü güzeldir, bakanın hoşuna gider” buyurdular.[5]

Dünya ile ilgi bu temel açıklamalardan sonra dünya hakkında kim neler söylenmiş bir de onlara bakalım:  “Ahiret derdi” olanın, “dünya derdi” olmaz, dünya derdi olanın da ahiretten haberi olmaz.“ [6]Yunus Emre de, “derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur.” der.

Abdulkadir-i Geylani hazretleri;  “ Ahiret sermayen olsun.  Dünyayı ticaret yeri say. Zamanını, sermayeni batırmamak için evvela ahiretine sarf et! Eğer fazla kalırsa onu da dünyaya harca, geçimini sağla. Sakın dünyayı sermaye, ahireti ticaret saymayasın! Bunu yapınca namazını vaktinde kılamazsın. Kılsan da erkânını yerine getiremezsin. Rükûsu belli olmaz, sücudu (secdesi) belli olmaz. Çünkü senin için maksat dünya olmuştur.”der.

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda; “Hem benim, hem herkes için, şu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve hergün dolar, boşalır bir misafirhane ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar ve Nakkaş-ı Ezelînin teceddüd (yenilenen) eden, hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar, bir yaldızlı mektubu ve herbir yaz bir manzum kasidesi ve o Sâni-i Zülcelâlin cilve-i esmâsını tazelendiren, gösteren âyineleri; ve âhiretin fidanlık bir bahçesi; ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve âlem-i bekàda gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelâle yüz bin şükrettim. Ve anladım ki, dünyanın, âhirete ve esmâ-i İlâhiyeye bakan güzel içyüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden,”Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.” hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.[7]

“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri Halıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlamızı bilmediğimiz takdirde Cennet de olsa Cehennemdir. Evet, öyle gördüm ve öyle zevk ettim.”

“Bu küre-i arz (yerküre) misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar amele (işçi) gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında (süslemelerinde) çalışırlar.”

“Dünyada sana ait çok emirler (işler) var. Ama ne mahiyetinden ve ne âkibetlerinden haberin olmuyor.

Biri, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış, Vücudunu Mucidine feda et, Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü feda etmediğin takdirde ya bâd-i heva zail olur, gider veya Onun malı olduğundan yine Ona rücu eder (döner).

Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise kısmete bağlıdır. Talebinde kalaka (sıkıntıya, kedere) düşer. Ve sür'at-i zevali (süratle son bulması) itibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.

Dünyanın akibeti ne olursa olsun lezâizi (lezzetleri) terk etmek evladır. Çünkü akibetin ya saadettir; saadet ise şu fani lezâizin (geçici lezzetlerin) terkiyle olur. Veya şekavettir (büyük bir azap ve işkencedir); ölüm ve idam intizarında (beklemekte) bulunan bir adam sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?” Bir parantez açmak gerekirse; İman sahipleri için, ebedi saadetin kazanılması ancak haram lezzetleri terk etmek ile mümkündür. Bu noktadan lezzetleri terk etmek evladır. Allah’a, Ahirete inanmayan, ölümü tamamen yokluk olarak gören birisi için de dünya lezzetlerini terk etmek evladır. Çünkü idama mahkûm bir adama, dünyanın en lezzetli yiyecek ve içecekleri getirilse veya asılacağı idam sehpası altın, zümrüt ve çiçeklerle süslense, onun acısını hafifletir mi yoksa acısını daha da arttırır mı? İşte böyleler için dünya hayatı ebedi bir hüsrandır.

“Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulü etmiştir (doğmuştur). Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahâzâ,(bununla beraber) ebedî ömrün önündedir. O ömrü bakide göreceğin rahat ve lezzet ancak bu fani ömürde sa'y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömrü bakiden hiç haberin yok. Ölüm sekerâtı uyandırmadan evvel uyan.” [8]

İmam Gazali; “Dünya seni terk etmeden sen onu terk et.” Çünkü dünya hayatı aldatıcı bir oyuncaktan ibarettir. İnsanı kendisiyle çok avutur. Farkında olmadan lüzumsuz yere çok zamanını alır. Şunu da yapayım, şuyum da olsun buyum da olsun derken bir de bakıyor ki hayat bir su gibi akıp gitmiş, beli bükülmüş,” ölümün keşif kolları olan hastalıklar, vücudunda vatan edinmeye niyetlenmişler”. Malım, mülküm, makamım, mevkim dediği şeyler elveda diyerek el sallıyor. Yahya Kemalin;

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.”  dediği gibi.

Dünya, sana hep birlikte olduğunu gösterir, hep senin yanında durduğunu zannettirir; hâlbuki biraz düşünsen onun devamlı senden kaçtığını, hem de bunu sessiz ve yavaş bir şekilde yaptığını bir zaman sonra anlarsın. Fakat iş işten geçer. Temel; gecenin geç bir vaktinde Trabzon’un sokaklarında dolaşırken bir de bakar ki, bir hırsız, kuyumcunun kapısının asma kilidini testereyle kesmeye çalışıyor. “Temel; ha uşağım sen ne yapıyorsun? Keman çalıyorum da demiş. Temel; senin kemanın sesi neden böyle az çıkıyor? Onun sesi sabah belli olur demiş.” İşte dünya da böyledir.

"Yarın seni zillet ve rezaletlere maruz bırakmakla terk edecek olan dünyanın sefahetini bugün kemal-i izzet ve şerefle terk edersen, pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü o seni terk etmeden evvel sen onu terk edersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun. Fakat vaziyet maküse olursa, kaziye de maküse olur." [9]

Dünya bir gölgeye benzer. Gölgeye baktığımız zaman onun hareket halinde olmadığını zannederiz. Hâlbuki o devamlı hareket halindedir. İnsan ömrü de bir gölge gibi her an hareket halindedir. Dünya da aynı şekilde hiç haberimiz olmadan bir gün bizi terk eder, gider. Bu manada Bediüzzaman; “Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî'nin

“Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber”

dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de her gün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat (ayrılık) zamanının yakınlaştığını hissettim.”[10] İfadeleriyle dünyanın ve ömrün geçici olduğunu vurgulamaktadır.

Ancak dünyaya bir düşman gibi tamamen kötümser bakmamak gerekir. Çünkü dünya ebedi saadetin kazanıldığı bir yerdir. Dünya bir okuldur. Hepimiz bu dünya okulunun birer öğrencileriyiz. Ebedi saadeti ve cenneti bu dünya okulundaki çalışmalarımız sonucunda alacağımız güzel notlara bağlıdır.

Onun için; “dünyayı kesben değil kalben terketmek” gerekir. Çalışmayı değil, kalben terketmek gerekir. Yalnız şu var ki, mahiyetine hem madde, hem mânâ derce dilen insan, dünyanın maddi boyutuyla alakadar olurken, mana yönünü ihmal etmemelidir. “Bir insan para kazanmalı, fakat parayı kalbine değil, kasasına koymalı ve o parayla faydalı işler görmelidir. Mevlâna’nın teşbihiyle, “Su geminin içine girerse onu batırır, altında bulunursa onu yüzdürür.” [11]

Dünyanın bir çekim kuvveti vardır. Bu çekimden kurtulamayanlar hakikatin semasına yükselemezler.

Kendini dünyanın servet ve şaşaasına kaptırmış olan Karun’a, kavmi şu hatırlatmayı yaparlar: “Dünyadan nasibini unutma!”[12] Dünyadan nasibin ne olduğu hakkında Hamdi Yazır, şu açıklamada bulunur:

Asıl dünyadan nasip ise, “dünya ahiretin tarlasıdır”, muktezasınca (geregiğince), ahiret için edilen intifa (faydalanma), ahirete kalacak ameldir. Yoksa dünyadan nasib, nihayet bir kefendir.”

Asıl hüner, dünyayı ahiretin tarlası olarak görüp ondan ebedi saadeti namına azami derecede faydalanabilmektir. Bu da helal dairede yaptığımız her iş ve davranışımızın Allah için yapılmış olmasıdır.  Bu çerçevede yapılan bütün işler, doğrudan ibadet hükmüne geçer.

Bediüzzaman; dünyayı üç kategoride ele alır.

"Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsına bakar; onların nukuşunu gösterir, mânâ-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.

İkinci yüzü, âhirete bakar; âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir (çiçekdanlığıdır). Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı (arzu ve istekleri için bir oyun yeri) olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadîste vârid olan tahkir (hakir) ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir."[13]

Yukarıdaki pasajlardan Bediüzzaman'ın dünyanın faniliği noktasında bu dünyaya önem verilmemesini ifade buyurmuş. Asıl bu dünyadaki varlıkların mana cihetiyle arka tarafına geçip ahiret cihetinden bu dünyaya bakmanın gerektiğini vurgulamaktadır. Ehli dünyanın bu dünyaya bakışıyla bakmamızı tavsiye etmiyor.



[1] Âl-i İmrân, 3/185

[2] En'âm, 6/32

[3] Ankebût, 29/64

[4] Buhârî, Cihâd, 37

[5] Tirmizî, Fiten, 26

[6] Edirne Velilerinden Nureddin Baba   

[7] 26.Lem’a Sekizinci Rica

[8] Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat Sayfa 111

[9] Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

[10] Yirmi Altıncı Lem'a, üçüncü rica

[11] Sorularla Risale

[12] Kasas Suresi, 28:76

[13] Sözler, Otuz İkinci Söz.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum