Dua için gönderilen varlık

İnsanın başına bir bela ve musibet geldiği zaman hemen Allahım! Ben ne yaptım, ne günah işledim ki bunlar başıma geldi? Hemen akabinde de Allahım! Sen sonsuz kudret ve azamet sahibisin bana yardım et, senden başka sığınacak yerim ve kimsem yoktur. Çığlıklarıyla feryat etmeye başlar. İşte bu durum insanın yaratılış sebebi ve asıl görevi, Allah’a iman ve duâ olduğunu gösteriyor. Onun için insan yaratılışı gereği Allah’a yalvarmaya ve sığınmaya şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Cenab-ı Hakk da; “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var”[1] meâlndeki ayetle insanın ancak dua ile değer kazanacağını ve rahatlayacağını bildirmektedir. Hem “Bana duâ edin size (dualarınıza) cevap vereyim”[2] buyurmakla da bizleri duâ etmeye teşvik etmektedir.

Duâ; rahmet hazinelerinin kapılarını çalmaktır. Evet, dua ile Yüce Allah, çalınan kapılarını sonsuza kadar açar. Dua, cesaretin kaynağı, aklın, ruhun ve kalbin ilacı, dünya ve ahiret saadetinin kapılarını açan bir anahtardır.

“Bilhassa muztar (zor durumda) kalanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye musahhar ve muti olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir mâsumun (günahsızın) duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren Zat, bütün mahlûkata hâkimdir. Öyleyse, bütün mahlûkatın dahi Hâlıkıdır.(yaratıcısıdır)”[3]

Dua; ahiret hayatının bir esası ve Yüce Allah’a bir teslimiyettir. İnsanın geçici ömrünü bakileştiren, fani dünyanın verdiği gaflet sersemliğinden kurtaran, maddi ve manevi dertlerine tiryak ve ilaçtır.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran şeylerden biri de, iman ve duâdır. Çünkü iman etmek ibadeti gerektirir, ibadet ise fiili bir duadır. (namaz oruç gibi) İnsan, iman ve dua ile insan olduğunu anlar ve gerçek mutluluğa erişebilir. İnsanın maddi ve manevi yapısına bakıldığında, iman ve duâ için yaratıldığı anlaşılır. Hayvanların ve insanların dünyaya gelişlerindeki farklı oluşları, bu konuya daha da açıklık getirmektedir.

Çünkü hayvan dünyaya geldiği vakit adeta başka bir âlemde yeteneklerine göre eğitilmiş ve mükemmel olarak gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün hayat şartlarını ve kâinatla olan münasebetini ve hayat kanunlarını öğrenir, beceri sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı gücü ve iş yapma becerisini, serçe ve arı gibi bir hayvan yirmi günde tahsil (elde) eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın asıl vazifesi ilim öğrenerek terakki etmek (yükselmek-ilerlemek) değildir ve aciz olduğunu hissetmekle yardım istemek, duâ etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına ve yeteneklerine göre amel etmek çalışmaktır. Yani fiilî bir ubudiyettir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına yabancıdır; hatta yirmi senede tamamen hayat şartlarını öğrenemiyor. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıftır, iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaatini fark eder; insanların yardımıyla ancak faydalı olan şeyleri alıp zararlı şeylerden sakınabilir. Demek ki, insanın fıtrî vazifesi ilim öğrenerek kendini geliştirmek, duâ ve ibadet etmektir.

Yani “Kimin merhametiyle böyle hikmetli bir şekilde idare olunuyorum?

Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişmediği ihtiyaçlarını karşılayan Cenab-ı Hakk’a acz ve fakr diliyle yalvarmak, istemek ve duâ etmektir. Yani aczin ve fakrın kanatlarıyla kulluğun yüksek makamına uçmaktır. Demek insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekâmül etmek ve kendisini geliştirmek için gönderilmiştir.

Hem insan, yaratılış itibarıyla gayet zayıf bir varlıktır.  Hâlbuki her şey ona ilişir, onu üzer, onu incitir ve acı çektirir. Hem gayet acizdir. Hâlbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Hâlbuki ihtiyaçları sınırsızdır. Hem tembel ve güçsüzdür. Hâlbuki hayatın yükü pek ağırdır. Hem insaniyet, onu kâinatla alâkadar etmiştir. Hâlbuki sevdiği ve alıştığı şeylerin ayrılığı, sürekli onu incitiyor. Hem akıl, ona yüksek hedefler ve bâki meyveler gösteriyor. Hâlbuki eli kısa, ömrü kısa, sabrı kısadır.

İşte bu durumda olan bir insanın asıl yaratılış vazifesi, imandan sonra, duâdır. Duâ ise kulluğun esasıdır. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir isteğini elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani ya davranış diliyle veya sözle, acz diliyle bir duâ eder, isteğine kavuşur. Öyle de insan canlılar âleminde nazik ve nazdar bir çocuğa benzer. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk’ın huzurunda, ya zaif ve aciz olduğundan dolayı ağlar veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek ihtiyacını hisseder. Ta ki arzuları yerine gelsin ve nimetin şükrünü eda etsin. Yoksa bir sinekten korkup bağırıp çağıran ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kendi kuvvetimle bin derece daha kuvvetli olan bu acîp şeyleri fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip nankörlük etse kendini şiddetli bir azaba ve tokada müstahak eder.

Dualar, Cenab-ı Hakkın varlığını gösteren birer sırdır.  Dua eden kimse; " Cenab-ı Hak Kalbimde dolaşan arzu ve isteklerimi işitir" diyerek Onun bir ve kadir olduğuna inanır.

Evet, sadece insanlar dua etmiyor, diğer varlıklar da dua ediyor. Ancak insanlar yaptıkları duaların farkında ve şuurundalar. Kime ve ne için dua ettiklerini biliyorlar. İnsan dışındaki diğer ruh sahibi varlıklar ise kime ve ne için dua ettiklerini bilmiyorlar,  sadece hisleriyle dua ediyorlar.  “Her biri, hadsiz bir acz ve zaaf içinde, hadsiz düşmanları ve incitenleri var. Ve hadsiz bir fakr ve ihtiyaç içinde, hadsiz hâcâtı ve matlupları var. İktidarı ve sermayesi binden birine kâfi gelmediğinden, bütün kuvvetiyle bağırır ve ağlar, mânen, fıtraten yalvarır, kendine mahsus sesiyle, lisanıyla dualar, niyazlar, bir nevi namazlar, salâvatlar ile bir Alîm-i Kadîrin dergâhına iltica ederken, birden görüyoruz ki, o bağıranların her işini, her ihtiyacını bilen ve her derdini ve zararını anlayıp yalvarmasını, fıtrî dualarını işiten mutlak bir ilim ve kudret sahibi var ve dualarını kabul ediyor.”[4]

Ol emriyle her şeyi yoktan var eden, yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve bütün âlemlerin sultanına acz diliyle yalvaran ve dayanan bir insanın ne korkusu olabilir ki? En dehşetli bela ve musibetler karşısında “Allah’tan geldik ve yine ona döneceğiz” diyerek tam bir istirahat-ı kalple sonsuz merhamet sahibi olan Rabbi’ne dayananın korkusu ve telaşı olabilir mi?

İnsan, Allah’a iman etmeyip, duâ ile teslim olmazsa, vicdanı daima azap içinde kalır, yorgunluklar, elemler ve sıkıntılar boğmaya başlar, ya sarhoş veya canavar eder.

Allah’ım, kalbimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Allah’ım, Sana karşı ‘fakr’ımızla bizi zengin kıl; Senden istiğna ile bizi fakir düşürme. Biz kendi havl ve kuvvetimizden teberri edip Senin havl ve kuvvetine ilticâ ettik, Sen de bizi Sana tevekkül edenlerden eyle. Bizi nefsimizle baş başa bırakma. Bizi hıfzınla koru. Bize erkek ve kadın bütün ümmet-i Muhammed’e rahmetini esirgeme! Âmin.



[1] Furkan Sûresi, 25:77

[2] Mü'min Sûresi, 40:60.

[3] Mesnevi Nuriye, Katre

[4] On Beşinci Şua Tahiyyatın manası

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum