Deneysel din

Deneysel veya tecrübi kelimesi 19. yüzyılın neredeyse dine tekabül eden bir kelimesi olarak ortaya konmuş. Mikroskobun icadı tasarım ve tahmine dayanan binlerce bilimsel metni ve yorumu çöpe atmış. Bir sineğin gözünün mikroskopta görülmesi ilim adamlarını şaşırtmış. O birbiri içindeki noktalardan oluşan gözün insan aklı ve muhayyilesi ile izahı mümkün değil. Birçok ilim adamı bu aletin yeniden ortaya koyduğu realite yüzünden hayrete düşmüşler. Atomun hakkında Demokritos’un tesbitlerinin hakikatı kabul edilmiş ama bir elektro mikroskopta, atomun içindeki olaylar ortaya konmuş. Bir süre sonra atomla yetinilmemiş atom altı bölgeye varılmış. Bediüzzaman bu atom ile ilgili araştırmalarında tabiat ve materyalist dünya görüşünün iki kalesini darmadağın etmiştir. Bediüzzaman maddenin ve atomun içine bilimin verileri ile girmiş ve bin yılın yeni yorumlarını yapmıştır.

Bediüzzaman bunun dışında dünyayı bir laboratuvar gibi almış. Tıpkı laboratuvara taşınan deney maddelerinden kanunlar, kuramlar çıkarmak gibi, gözümüz önünde gördüğümüz, ülfet ettiğimiz olaylardan, tabiat üyelerinden itikada kapılar açmıştır. Onuncu Söz bir deneysel roman, aynı zamanda bir deneysel itikad laboratuvarı, bir realist tiyatrodur.

Bediüzzaman bütün Haşir Risalesi boyunca önce bir iddia öne sürer, sonra ona laboratuvardan gözemler ile olaylar bulur, o iddiayı doğrular, sonra aradaki paradoksu, tezadı bulur ve uygulama ile tezad arasından itikadı inşa eder. Haşir Risalesinde hem deney, hem gözlem, hem de hükümler vardır:

“İkinci Hakikat: Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir. 
Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan Şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şâyeste mücâzâtta bulunmasın?”

Yukardaki cümle buraya kadar iddiadır. Asırlarca kapalı kalmış haşir hakikatinin kapılarını Bediüzzaman açmış. Bu yüzden ikinci hakikata “babı kerem ve rahmet” kapısı diyor. Yani Allah’ın ikramları ve rahmetlerinden açtığı kapıdan tıkanmış olan ahiret kapısını açar. Esas cümlede “gösterdiği asar“ cümlesini kullanır. Daha sonra o gösterilen asarları nazara verir. Tıpkı bir deney yapmak isteyen biyolog, kimyacı, fizikçi gibi iddiayı ortaya koyar, ona uygun gözlemler yapar. Bediüzzaman bir büyük filozoftur. Bir tevhid ışığında ilim adamıdır.

Yukarıda gösterdiği asar aşağıda “gidişat ve görülüyor” kelimesini kullanır. Hepsi gözlemlere dayanıyor, çünkü o asrının eşyaya nasıl baktığını, olaylara nasıl baktığını görüyor ona göre düşünüyor. Gerçi bu asır böyle bakmış. Kur’an ta asırlar öncesinden 18. yüzyılın bulduğu deneysel ve görselliği kullanmış. Kur’an da herşey görseldir. Tasavvuri değil tecrübidir.

Bundan sonra cümleler, gözlemler deneylerdir. Cümlenin sonuna kadar hep Allah’ın kerem ve rahmetinin delilleri, görsel delilleri anlatılır. Evet Allah işte böyle ikram eder der. İşte bunlar gibi görüyorsunuz der. Rızık, derman, ziyafet, ikram bütün bu fiillerin arkasında ne var? Şimdi cümleye bakın: “Nihayetsiz bir kerem eli.” Bakkaldan elinle aldığın meyve birinin eliyle sana gelmiş. Sana gelmek için bütün meyveler kendi hızlarında koşmuş, sana sunulmuşlar.

“Evet, şu dünya gidişâtına bakılsa, görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut, tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor; her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyâfetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir Kerem Eli, içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.”

Örnekler daha artırılır. Ağaçları insana hizmet için hazırlanmayı anlatır. Önce güzel bir melek olan Sündüs benzeri elbiseler giyerler, sonra kendilerini beğendirmek için çiçekler ve nakışlarla süslenirler, tatlı ve sanatlı meyveleri insana sunarlar. Ağaçların fiziki görüntüsü tıpkı bir garsona benzer. Daha sonra arıyı nazara verir. Sonra tohumu, ipek böceğini nazara verir. Birkaç prototipten Allah’ın genel olarak kerem ve rahmetini nazara verir. Yukarda kerem der burada cemil yâni güzel bir kerem der. Latif bir rahmet der. Bütün bunlar bedaheten, açıkça Allah’ın kerem ve rahmetinin görsel, deneysel ve tecrübi delilleridirler.

“Meselâ, bahar mevsiminde, Cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla süslendirip, hizmetkâr ederek, onların latîf elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en musannâ meyveleri bize takdim etmek; hem, zehirli bir sineğin eliyle şifâlı en tatlı balı bize yedirmek; hem, en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem, rahmetin büyük bir hazînesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak, ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedâheten anlaşılır.”

Daha sonra, keremiyle varlıklara ikram edene itaat edilmesi gerekir, yani keremi varsa izzeti de vardır der. Nimetini yiyip ibadetini görmezden gelmek onun izzetini gazaba getirir. Rahmet ve kerem –izzet ve celal bir terazi gibi bir tarafta rahmet ve kerem diğer tarafta celal ve izzet. Rahmet ve kerem ile izzet ve celal arasındaki dengeyi kuran gerçek kul oluyor. “Laecmei beyne emneyn vela ecmei beyne havfeyn” bu demek. iki emniyet ve iki korkuyu bir arada vermem. Burada korkarsanız orda emniyette olursunuz, burada korkmazsanız orda emniyette olamazsınız.

“Hem, insan ve bâzı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, tâ en küçük mahlûka kadar her şey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumi bir itaat bulunması, büyük bir Celâl ve İzzet Sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.”

“Herşey tam bir dikkatle vazifesine çalışıyorsa.” Azim heybet tahtında umumi bir itaat olduğundan dolayıdır. Heybet ve azamet insanı korkutan bir baskı üretir. O garip haliyle tavuk yumurta yapar, katiyyen tehir etmez, tembellik etmez. Arı bal yapmaya ara vermez. Herkes üzerlerindeki heybeti nazara alır, nasıl şeyse ondan korkar vazifelerine dikkat ederler. Yavuz  Sultan Selim’in bulunduğu ortamda birçok veziri korku basarmış. İtaat etmeyen insan ve bazı canavarlardır. Eğer insan ibadetini tehir etse kılmazsa tembellik etseydi ona hizmet eden canlılar da tembellik etseydi herşey nasıl aksardı. Ne kadar müsamahası, toleransı çok bir Allah değil mi? Gavur olsun, fasık olsun, nihilist olsun, puta tapsın rızkını veriyor.
“Hem, gerek nebâtî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün vâlidelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o latîf gıdâ ile o âcaiz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedâheten anlaşılır.”

Şimdi nihayetsiz kerem ve rahmeti isbat edildi ise, nihayetsizlik ile dünyada hayatın bitmesi bir nihayet olduğundan nihayetsiz rahmet nihayete eren rahmet ile zıttır. Ölüm kabir ile sona ermek arkası yoksa nihayetsiz nimet burada kesintiye uğrar bu da nihayetsiz rahmeti olan Allah’ın rahmet ve keremine yakışmaz. Bu zıtlık ve paradoks ahiretin varlığını gerektirir. Bediüzzaman burada tezat sanatını kullanır ahiretin varlığına. Abdülhak Hamit, “Sen varken olur mu ahiret yok” der. Bu hakikate paralel bir yorumdur.

“Bu âlemin mutasarrıfının mâdem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihayetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin tedibini ister; nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister; nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister. Halbuki, bu fânî dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi, milyonlar cüz’den ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecellî eder. Demek o kereme lâyık ve o rahmete şâyeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, bir daha dönmemek üzere zevâl ise, şefkati musîbete; muhabbeti hırkate; ve nimeti nikmete; ve aklı meş’um bir âlete; ve lezzeti eleme kalbettirmekle, hakikat-i rahmetin intifâsı lâzım gelir.” 

Bir daha dönmemek üzere zeval nihayetsiz rahmete yakışmaz, o zaman rahmetin bütün güzel yönleri inkara uğrar.  Şefkat edip insanı büyüten Allah’ın şefkati sorgulanır. Yedir, büyüt, sonra kabre kalkmamak üzere göm. Muhabbet tam tersine döner. Sevginin yerini nefret alır. Besle, büyüt, kainatı ona hizmet ettir, sonra kapının önüne bir balta ve bir kütük, önüne de bir kabir. Orada sevgi yeşermez. Hele akıl kötü bir alete dönüşür, çünkü sürekli yokluğu gelecekte gören bir akıl dayanılmaz bir azap çeker. Bütün bunlar ahireti gerektirir.

Bediüzzaman olaylardan keremi isbat etti, nihayetsizliği ortaya koydu. Ama dönmemek üzere zevale mahkum olan seyirci ki ahiretin olmadığını düşünen seyircidir, bu seyirci bütün nimet ve rahmeti inkar eder. Bu yüzden seyirciye böyle bir trajedi yaşatmaz Allah.

Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur.“

Kerem ve rahmetin nihayetsizliği ebedi bir mükafat yerini cenneti gerektirir. Bu dünyadaki kerem örneklerinden doğar. Aynı şekilde izzet ve azamet ve haşmet, bunlar da kulun itaatini ister. Kullar eğer emirlere itaat ile haşmet ve azamet karşısında müsbet tavır almazlarsa onlara bir ceza evi bir cehennem gerekecektir. Bir kasabada bir suçlu da olsa ona bir hapishane yapılır.
“Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan imân ile Onu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini Ona sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın? 
Hem, hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, imân ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?”
 

Bu cümlede daha başka bir boyut var. İnsana önemli bir vazife verilmiştir, ona hizmet edenlerin vazifesi onun için onun vazifesi de varlığı kendine hizmetkar edene ibadettir, tanımaktır, sevmektir. İnsana bu farklı istidadı veren, her şey olabilen bir istidadı veren, ondan sorumluluk istemesi onu tanımasını ister. Çünkü insanın kabiliyeti Allah’ın tanımak üzerine inşa edilmiştir. O bu kabiliyet ile isyan ederse ona bir cehennem gerekecektir. Geçmiş yüzyıllarda Nuh, Hud ve daha başka peygamber ümmetlerine belalar gelmiş onları helak etmiştir. Bu yüzden insan isyanına karşılık bir ceza görecektir. Nimetleri ile kendini sevdiren Allah‘a insan da onun sevdirmesine severek ibadetle severek mukabele etmelidir.

Hâşiye 1 
Rızk-ı helâl iktidar ile alınmadığına, belki iftikàra binâen verildiğine delil-i katî, iktidarsız yavruların hüsn-ü maîşeti ve muktedir canavarların dîyk-ı maîşeti, hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maîşetle vücudca zayıflığıdır. Demek, rızık iktidar ve ihtiyâr ile ma’kûsen mütenâsibdir; ne derece iktidar ve ihtiyârına güvense, o derece derd-i maîşete mübtelâ olur.

Hâşiye 2 
Evet, aç bir arslan zayıf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem, korkak tavuk, yavrusunu himâye için ite, aslana saldırması; hem, incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefîk bir Zâtın hesâbiyle hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet, nebâtât ve behimiyât gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârâne ve hakîmâne işler görmesi, bizzarûre gösterir ki, gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor; onlar, Onun nâmiyle işliyorlar.

Bütün Haşir Risalesinde bir iddia ile bir kapı ile başlanır, sonra o kapıda hükmeden isimin alemde uygulamaları nazara verilir, isim gözlemlerle ortaya konur. Sonra o ismin gereğinin ahireti gerektiği vurgulanır. Tıpkı bir deney gibi tecrübe ederek Bediüzzaman ahireti asrın vardığı ilmi noktadan isbat eder. Sinema ve resimli roman olacak kadar deneysel bir kitaptır Haşir Risalesi.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum