Cağımız İnsanının "Can Ağrısı"

Cağımız İnsanının "Can Ağrısı"

İbrahim Gökburun'un yazısı...

Bir milletin sanatını irdeleyerek bütün sırlarını ifşa edebiliriz. Milleti millet yapan (insanı insan yapan) ahlaki değerleri, örf ve adetleri, gelenek görenekleri kısacası bir toplumun bütün kültürel kotlarını, mabetlerini, meydanları süsleyen heykellerini, hafızalara kazınan tabloları, müziğin ve edebiyatın türlerine bakarak çözümleyebiliriz. Özellikle dil üzerine kurulan ve dil işçilerinin çabası ile yükselen şiir ve hikâye bir milletin en mahrem bölgesidir. Sokaklar ve yapılar incelenerek kültürlerin bir takım özellikleri anlaşılabilir. Arkeolojik kazılar çok önemli kültürel verileri ortaya koyabilir. Ressamlar, bir tablo ile bir dönemin fotoğrafını yansıtabilir. Heykeller bir dönemin siyasal izlerini ortaya koyabilir. Fakat hiçbir sanat ürünü edebiyatın türleri kadar net biçimde toplu olarak bir milletin gerçeğini ortaya koyamaz. Çünkü edebiyat dışında sanatın türleri bir dönemin izlerini yansıtırlar. Fakat edebiyatın türleri; özellikle şiir, hikâye, roman geçmişi ve bu günü verirken geleceğe dair ön görülerde bulunur. İnsana ve insanlığa bir ufuk açar. Her zaman kendini yeniler ve uç verir. Hikâye insan yaşamını anlamlı kılan olayları anlatan soylu bir edebi tür olarak günümüz insanının açmazlarını anlatmaktadır.

Modern yaşamın insan ruhunda açtığı açmazları ve Anadolu insanının gündelik yaşam uğraşılarını okuyucuyu yormayan yoğun bir imge örgüsü ve şiirsel bir dille kaleme alan Recep Şükrü Güngör hikâyeleri insan yaşamının anlamsızlaştırılmasına karşı insani bir duruşun ürünüdür.  Hikâyeleri gerçek yaşam ve yaşanmışlık üzerine kuran Güngör, düşe ve düşsel olan çok nadir başvurur. Kullanılan düş ve düşsellik öğeleri ise yaşanmışlığın içlerine yerleştirerek üstü örtüle bir biçimde verilir. 

Savaşların, cinayetlerin, açlığın, sömürünün; adaletsizliğin, eşitsizliğin ve baskıların tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yoğun ve acımasızca yaşandığı bir dönemde akşamsefası çayını yudumlarken sokaklardan oluk oluk akan kanı çizgi film izlercesine seyreden gamsız ve meselesiz insana karşı bir öfkedir Güngör’ün hikâyeleri. İnsan ilişkilerinin samimiyetsizleştiği, çıkarcılığın, fırsatçılığın, yabancılaşmanın ve yoz kitle kültürünün yaygınlaştığı bir ortam içinde kıvranan hikâyeci, teknolojik gelişmelerin doğurduğu toplumsal bunalımlara, kitle iletişim araçlarındaki gelişime paralel olarak yaygınlık kazanan yoz, görsel ağırlıklı popüler kültüre tepki olarak Anadolu insanın samimiyetini ve huzurunu anlatıyor.

Hikâyelerinde düş ve düşsel olanı yaşamın içlerine yerleştirerek kendine özgü bir hikâye atmosferi oluşturan Güngör, hikâyeleri Anadolu’da hayatın zorunu yaşayan insanların gündelik yaşamını sürdürdüğü bahçeler, tarlalar, toprak damlar, tozlu yolar, dağ köyleri, ormanlar ve modern yaşamın insan ruhunda açtığı yaraların oluştuğu sokaklar, parklar, okul yerleşkeleri, iş yerleri ve ev içlerinde geçer. Güngör hikayelerinde her şey yerel ve ait olduğu kültürün değerleridir. Hikâyelerde yer alan çiçek adları bile hikâyelerin geçtiği çevrede yetişen çiçeklerdir. Evler, otlar, kuşlar, sular, karıncalar, taşlar bile yaşadığımız iklimin güzelliklerini yansıtır. Hikâyeler, dede, baba ve köy yaşamında öne çıkan erkek karakterleri üzerine kuruludur. Kadın hep geri planda kalmakla beraber her zaman kutsal bir varlık olarak hikâyelerin gizli kahramanlarıdır. Çünkü Güngör hikâyeleri sevgi-saygı hürmet, hatır gönül sayma ve merhamet gibi kutsal değerler üzerinde örülmüştür.

Anadolu’da bir köyde üreterek yaşamanın huzurunu duyan insanların yaşamını anlatan “Uzun Bir Secde” hikâyesinde Güngör, baş döndüren teknolojik gelişmeler ve iletişim çağının insan ruhunda oluşturduğu karmaşa ve kuşaklararası çatışmaları, dede ve torunların dünyasının ne kadar faklılaştığını dile getiriyor. “Torunlar konuşuyor, dede anlayamıyor konuşmaları. Büyük torun Vagner, ortanca Bach, küçüğü ise Tchaıkowsky dinlediğini söylüyor. Dinlemek deyince dedenin aklına Muharrem Ertaş geliyor. Yanık yanık söylerdi yavrum diyecek oluyor, bakıyor ki torunları kendi aralarında başka dünyalar kurmuşlar, sözlerini içine atıyor” . Modern yaşamın insan yaşamını kolaylaştıran öğelerin bir sonucu olarak kuşaklar arasında büyüyen uçurumun Anadolu’nun en ücra yerlerine kadar sızdığını dile getirirken, milli kültürün Batı kültürü tarafından nasıl kuşatıldığını gözler önüne seriyor.

Hikâyelerinde modern yaşamın yalnızlaştırdığı insanın şaşkınlığını Anadolu insanının mümbit yanına dile getirerek gösteren Recep Şükrü Güngör, “Tavukçunun Ölümü” hikâyesinde köy halkı tarafından hiç sevilmeyen Tavukçu öldüğünde cenazesine köyün bütün halkının katıldığını anlatarak; Anadolu insanın zalim bir insana bile merhamet gösterecek kadar geniş yürekli olduğunu gösterir. Kendi kültürünün ve kendi insanın acılarını, sevinçlerini, bayramlarını, toprağında yetişen çiçekleri, göğünde uçan kuşları, akan suları, kekeme kekeme okuyan çocukların gerçeğini yazan Recep Şükrü Güngör, hikâyelerinde photoshop ile müdahale edilmemiş bir Anadolu fotoğrafı sunuyor okura.

Mekân, zaman ve kişileri gerçek yaşamdan derin izler taşıyan Güngör hikayeleri, kurgunun etrafında Anadolu inanın köyden kente uzanan serüvenini ve kültürel değerlerini yitirerek yaşadığı ahlaki çözülmeyi bir okul’da sembolleştirerek dile getirir. Sembolik bir öykü olan “okul”   hikayesinde bir sabah ilim irfan yuvası olan okul yerine bir alış-veriş merkezi ile karşılaşan öğrencilerin ve öğretmenlerin ruh hallerini ve karşılaştıkları durum karşısında göstermiş olduğu tepkiler yansıtırken toplumun ruhunu ayakta tutan değerleri yitirdiğini anlatır. Okulun yerinde büyük bir alış-veriş merkezi ile karşılaş öğretmen ve öğrenciler, olup biteni algılamaya çalışırken karşılaştıkları durum karşısında bir süre rahatsızlık duysalar da kendilerini yeni mekânın şartlarına ve işlevine uydurarak amaçlarından uzaklaşmasını toplumun değerlerinden uzaklaşarak, oylalar karşısında tepkisiz ve bir süre sonra dayatılana uyum göstererek kaybolup gitmesini kendi özünden uzaklaşmasını irdeler. Hikâyede kendine özgü bir üslup kuran Güngör, konularını sürekli bireysel yaşam çevresinden seçmesi yazarın açılımlarını önleyecek bir sorun olarak nitelendirile bilir.  

Güngör, Eski Türkçenin referanslarını hikâyelerinde sıkça kullanmasına rağmen dilinin oldukça arı ve duru olması dikkat çekmektedir. Çünkü Güngör günümüz gençliğinin yabacısı olduğu Eski Türkçe (Esas Türkçe) nin kelimelerini usta bir hikâyeci tavrı ile yerli yerinde kullanarak kelimeyi anlattığı pasajın ve kuruduğu cümlenin içinde eritmektedir. Bu da Güngör’ün hikâyeleri üzerinde çalıştığını göstermektedir. Güngör’ün hikâyelerinde önemli bir dil konusu ise yerel kelime ve söyleyişlere ait unsurları keşfederek usta bir kelime işçisi gibi kullanmaktadır. “Okul” “Uzun Bir Secde” ve “Tavukçunun Ölümü”  Güngör’ün klasik hikâye tekniğini ve durum olgu tekniği ile birlikte kullanarak güçlü bir hikâye damarı yakaladığını göstermektedir.