Büyük Tasarım ve Her Şeyin Teorisi

(Tabiat Risalesi Açılımları 4)

Bir önceki yazımızda kâinatın varoluşu üzerine şaşırtıcı keşifleri tek tek ele almaya başlamıştık ve ikinci madde olan “basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin rastlantısal olarak meydana gelme ihtimali”nde kalmıştık. 3.maddeye geçmeden önce yazımızın ismi olan büyük bir ara bölüm açıyoruz, sonrasında 3.madde ile kaldığımız yerden devam edeceğiz. Özellikle 3.maddedeki “Büyük Patlamaya Farklı Bir Bakış”ı kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz.

Büyük Tasarım ve Her Şeyin Teorisi

M-teorisini, çoklu evrenleri ve yerçekimi kanunu yaratıcı yerine koymaya çalışan Stephen Hawking şöyle diyor: “Tanrı olabilir ama bilim bir yaratıcı olmadan da evrene açıklık getirebilir. Nasıl ki Darwinizm biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirdi, yeni fizik teorileri de evrenin oluşumu konusunda yaratıcının rolünü gereksiz kılmıştır.” Büyük Tasarım kitabında ise “Kütle çekim diye bir kanun olduğu için, evren kendini hiçbir şeyden yaratabilir ve yaratmıştır da. Hiçbir şeyin olmamasındansa bir şeylerin olmasının, evrenin ve bizim varolmamızın nedeni bu kendiliğinden oluştur.” diyor ve ekliyor “Kıvılcımın çakılması ve evrenin işlemeye hazır olması için Tanrı’ya başvurmaya gerek yok.”

Yerçekiminin kökeninin ne olduğu sorulduğunda “M teorisi” diye cevap verecek kadar kategori hatası yapabilen ve kanunların ve teoremleri yaratma gücünün olmadığını ve kâinattan önce M teorisinin henüz piyasaya çıkmamış olduğunu unutmuş görünen bu düşüncede, henüz yok olan bir şeyin, yok olmaya devam ettiği bir anda, birdenbire bilinmez bir sebeple kendi kendini var ettiğine ve tüm görünen eşyayı oluşturduğuna inanmamız isteniyor.

Acaba gerçekten böyle mi? Bir sanat gerçekten de sanatkârından bağımsız açıklanabilir mi? Bir uçağın onu tasarlayan mühendisi ve üreten fabrikası hesaba katılmadan sadece termodinamik kanunlarıyla yapılacak açıklaması, ne türden bir açıklama olacaktır ve ne anlam ifade edecektir? Bu sorunun cevabını tabiat risalesiyle ilgili yazı dizimizin pek çok yerinde verdiğimizi göreceksiniz.

Hatta temel kavramların incelendiği birinci bölümdeki tespitlerimiz de bu soruya başlıbaşına çok kuvvetli ve parlak bir cevaptır. Bununla beraber şimdi bir bilim adamının harika tespitlerini keyifle ve hayranlıkla paylaşmak istiyoruz.

Oxford Üniversitesi'nde matematik profesörü ve “aramızda kalsın tanrı var” isimli kitabın yazarı ve aynı üniversitede bilim felsefesi dersi de veren Dr. John Lennox, Stephen Hawking’in “Büyük tasarım” kitabını ve “Her Şeyin Teorisi”ni çok çarpıcı bir şekilde değerlendiriyor:

“Stephen Hawking, televizyonda yapılan bir röportajda kendisine sorulan bir soruya çok ilginç bir cevap vererek, yerçekiminin kökünün M teorisi olduğunu söylemektedir. Bilim adamları matematiksel kanunlar içeren teorileri doğal olayları açıklamak için oluştururlar. Ancak teoriler ve kanunların kendileri bu doğal olayları yaratamazlar. Teoriler ve kanunlar belirli şartlar altında gerçekleşen şeylerin matematiksel açıklamalarıdırlar. Bir tabiat kanunu, tanımlayıcı ve öngörücüdür.[1] Ancak yaratıcı değildir ve olamaz.

Şimdi bakınız Dr.Lennox’un yardımıyla çok basitleştiriyoruz olayı, beş yaşındaki çocuk da anlayacak artık. Yani Stephen Hawking’in, Richard Dawkins’in anlamadığını beş yaşındaki çocuğa anlatacağız şu satırlarda. İnşallah onlar da anlarlar. Allah hidayet nasip etsin. Çok samimi istiyoruz bunu. Çünkü aynı arayışı paylaşıyoruz. Bu insanlara, dünyanın bu dev zekâlarına yazık oluyor diye düşünüyoruz. Üzülüyoruz, cidden üzülüyoruz, kızamıyoruz artık.

“Newton'un yerçekimi kanunu, yerçekimini veya yerçekiminden etkilenen maddeyi yaratamaz. Hatta Newton'un kendisinin de farkına vardığı gibi, bu kanun yerçekimini açıklamaz bile.[2] Bilimsel kanunlar ne bir şey yaratabilirler ne de bir şeyin gerçekleşmesine sebep olabilirler. Newton'un hareket kanunu hiç bir zaman bir bilardo topunu, bilardo masasının üzerinde hareket ettirmemiştir. Bilardo topu, ancak bir bilardo sopasının insan kasları tarafından kullanılmasıyla hareket ettirilebilir. Kanunlar, bizim topun hareketini incelememizi ve araya başka olaylar girene kadar izleyeceği yolu görmemizi sağlarlar. Ancak bu kanunlar yaratmak şöyle dursun, topu hareket bile ettiremezler.”  diyor Dr. John Lennox.

Bununla birlikte yine çok ilginçtir ki, materyalist yaklaşıma taraftar bir fizikçi olan Paul Davies şöyle diyebilmiştir: "Kâinatın ve yaşamın kökenini açıklamak için doğaüstü bir varlığa ihtiyaç yoktur. Bunlara ilahi bir varlığın müdahale ettiği fikri hiç bir zaman hoşuma gitmemiştir. Bana göre bir takım matematiksel kanunların tüm bunları var edebilecek kadar zeki olduğuna inanmak çok daha ilham vericidir.”

Dr. John Lennox çarpıcı tespitlerine devam ediyor: “Yaşadığımız dünyada basit bir aritmetik kuralı olan 1+1=2, hiç bir zaman hiçbir şeyi var etmemiştir. Bu kural, şimdiye kadar ne benim ne de başkasının banka hesabına para koymamıştır. Banka hesabıma bugün 1000 dolar ve yarın da 1000 dolar koysam, aritmetik kuralı bana 2000 dolarım olduğunu söyler. Ama ben kendim banka hesabıma hiç para koymasam ve bunu yapmasını aritmetik kurallarından beklesem, sonsuza kadar iflas etmiş olarak kalırım. Kanunların bir şey meydana getirebileceğini düşünmek, toplama işlemi yaparak para kazanabileceğinizi düşünmekten farksızdır. Eğer elinizde A varsa B’yi bulursunuz, ancak önce A’yı elde etmeniz gerekir. Bunu kanunlar sizin için yapacak değildir. Matematik kanunlarının kendi başlarına kâinatı ve yaşamı yarattığı bir katı tabiatçı dünya, tamamen bilim kurgudan ibarettir.”

Dr. John Lennox, “Büyük Tasarım” kitabındaki yeni ateizm iddialarına cevap vermeye devam ediyor ve diyor: “Hawking apaçık bir şekilde ‘neden hiçbir şey değil de bir şey var’ temel sorusunu cevaplamakta başarısız olmuştur. Kuasarları keşfeden, modern astronominin babası olarak anılan ve astronomide Nobel ödülüne eşdeğer olan Crafoord Ödülü’nü kazanan Allan Sandage bu soruyu hiç şüphesi olmadan şu şekilde cevaplıyor: ‘Böylesine bir düzenin kaostan meydana gelmesi olanaksızdır. Bunu düzenleyen bir unsur var olmalıdır. Yaratıcı benim için bir gizemdir, ancak var oluş mucizesinin, neden hiçbir şey değil de bir şeyin var olduğunun açıklaması O’dur.’ Hawking, Büyük bir tasarımcının varlığının, “eski bir fikir” olduğunu ve modern bilimin cevabı olmadığını söylüyor. Bununla ne demek istiyor? Modern bilim, modern bilim adamları tarafından üzerinde çalışılan bir takım bilim dallarıdır. Hawking, fizik dalında Nobel ödülü alan ve hâlâ Kuzey Amerika’da öğretmekte olan ve büyük tasarımcıya inanan Bill Philips’i unuttu mu? Stephen Hawking, insan genomu projesinin eski yöneticisi olan ve yaratıcıya inanan Francis Collins’i unuttu mu?”

“Size bunun gibi daha birçok bilim adamı sayabilirim. Benim üniversitem olan Oxford’da yaratıcıya inanan çok seçkin bilim adamları var ve onlar da tıpkı Newton, Kepler, Galileo ve diğerleri gibi bilim yapabiliyor olmamızın tek sebebinin, bilimin üstün bir aklın işini yansıtıyor olması olduğuna inanıyorlar. Tabii bu çok ‘eski bir fikir’dir, ancak aynı zamanda çok güçlü bir fikirdir. Hawking, bunun modern bilimin fikri olmadığını söylemek için tüm delilleri atlıyor. O’na göre bunun cevabı çoklu evrendir ve bununla tekrar kategori hatası yapıyor. Sizi yaratıcı ve çoklu evren arasında seçim yapmak durumunda bırakıyor. Oysa yaratıcı dilediği sayıda evren yaratabilir, öyle değil mi? Çoklu evren nasıl kendi başına yaratıcının varlığına karşı bir argüman olabilir? Birçok filozofun da hemen farkına varıp belirttiği gibi, Hawking bu soruyu kesinlikle ele almamıştır. Böylece sizi birbirine karşıt iki fikir varmış gibi gösterip kolayca hataya düşürüyor. Bu şekilde sizi içgüdüsel olarak, bir bilim adamı yaratıcıya inanırsa çoklu evrene inanamaz diye düşündürüyor. Bu çok zeki bir kaçınma şeklidir ama işe yaramayacaktır.”

“Ayrıca Hawking’in modern bilimin sesi olduğuna inanmayan birçok güçlü isimler vardır. Örneğin, Stephen Hawking ile önceden birlikte çalışan Sir Roger Penrose’un bu kitaba yanıtı çok etkileyicidir. Kitapta bahsedilen çoklu evren ve M teorisi kavramlarının test edilebilir olmaktan çok uzak olduğunu söyler. Hawking’in kitabının yanıltıcı olduğunu ve bu teorinin size her şeyi açıklayacakmış izlenimi verip, hiç de bu türden bir şey olmadığını, hatta bir teori bile olmadığını söyler. Penrose, M teorisinin bilim ile hemen hemen hiç alâkası olmadığını söyler. Şunu da belirtelim ki, bunları söyleyen Penrose, teist yani yaratıcıya inanan biri değildir. Burada ilginç olan şudur ki: Çoklu evrenin varlığı yaratıcının varlığına karşı bir argüman değildir. Bu teori doğru ve hesaplanabilir olsaydı bile, bu yaratıcının olmadığını göstermeyecekti.”

“Bir gazete makalesindeki esprili ve anlamlı eleştiriyi paylaşmak istiyorum:”

‘Modern kozmolojik fiziğin tarihinin bu kısa özetinde (Hawking’in kitabı) kuantum ve relativistik fizik kanunları, aynı ilahî kitaplardaki mucizeler gibi çoğunluk tarafından kabul edilen ve hayranlık duyulacak şeyler olarak geçiyor. M teorisi ‘farklı bir şeyden’, hem her yerde olan, hem görünmeyen bir ana kuvvetten, vücuda getirenden, yaratıcı bir kuvvetten bahsediyor. Bu kuvvet cihazlar ile algılanamıyor ve anlaşılabilir matematiksel tahminlerle incelenemiyor, ancak tüm olasılıkları içeriyor. Her yerde bulunma, her şeyi yapabilme özelliği var ve aynı zamanda da çok gizemli. Bu size birini (yaratıcıyı) hatırlattı mı?

“Hawking’in argümanlarının temelinde yatan mantık, bilim ve dinin birbiriyle çeliştiğidir. Ancak buna katılmıyorum.  Çok seçkin bir bilim tarihçisi olan C.S.Lewis bu konuda çok doğru bir tespitte bulunup şöyle der:

‘İnsanoğlu neden bilimle uğraşmaya başladı? Çünkü doğanın kanunları olmasını bekliyorlardı ve doğadaki kanunların var olduğunu düşünmelerinin sebebi ise, bir kanun yapıcının varlığına inanmalarıydı.’

“Başka bir deyişle, yaratıcı, bilimin önündeki engel değil, bilimin var oluşunun sebebidir. Bilim mantıklı bir eylem olarak tanımlanır ve bu, Hawking'in düşünce tarzındaki bir başka ciddi hatayı daha açıkça gösterir. Aynı Fransis Crick[3] gibi o da, insanların sadece doğanın temel parçacıklarının bir araya toplanmasından oluşmuş şeyler olduğuna inanmamızı istiyor. Bu, indirgemeciliktir. Biyolojiyi, fizik ve kimyaya indirger ve şöyle der: ‘Eğer davranışlarımız bilim kanunları tarafından belirleniyorsa, o zaman özgür iradenin nasıl kullanıldığını anlamak zordur. O halde görünüyor ki, biz biyolojik makinelerden başka bir şey değiliz ve özgür irade ise sadece bir hayaldir.’ Hâlbuki böyle bir şey gerçek olsaydı, konuştuklarımız ve yazdıklarımız bir robotun otomatik eylemlerinden ibaret olmaz mıydı? O halde deterministik[4] teorilerin taraftarı olan herkesin, kendi alanında insanlığa yaptığı katkıları reddetmesi gerekir. Hawking de buna dâhildir.”

“Hawking'in Büyük Tasarım isimli kitabına koyduğu ateizm türüne itirazımın sebebi kesinlikle Hıristiyan olmamdan kaynaklanmamaktadır. Bilime olan inancımdan kaynaklanmaktadır. Ve bana öyle geliyor ki onların indirgeyici argümanları, tüm bilim adamlarının bilim yapabilmek için temel gereklilik olduğuna inandıkları ‘mantığın inanılırlığı ilkesi’ni baltalamaktadır.”

“Ve eğer önümde kâinatın iki tane açıklaması varsa ve bunlardan biri de aklımın beynim olduğunu ve beynimin de akılsız ve yöneticisiz bir sürecin ürünü olduğunu söylüyorsa, bir araştırma ve bilgi aracı olan beynin, akılsız ve yöneticisiz bir süreç ile meydana geldiğine inanmam apaçık mantıksızlıktır. Yeni ateizm akımının indirgeyici ateizmi, bilim yaptığımız mantığın kendisini baltalamaktadır. Yani, onların söyledikleri, onların kendi teorilerine göre anlamsızdır. Bilim yapabiliyor olmamızın ve benim küçük aklımın bu büyük kâinatı biraz anlayabiliyor olmasının sebebinin Büyük Tasarım, yani yaratıcı olması benim için çok daha mantıklıdır.” diyerek konuşmasını bitiriyor Dr. John Lennox.

Ateizme taraftar Richard Dawkins’in, tabiatta görünen sabit kanunlar ve hassas yapının bir gün gelip “her şeyin teorisi” ile açıklanacağı ve bu “büyük keşif”ten sonra, kâinatta işleyen “hassas ayar” diye bir şeyin olmadığının açığa çıkacağına dair fikirlerle ilgili olarak ve çoklu evrenler teorisinin gerçekçiliği konusunda Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg ile yaptığı röportajda Weinberg’in Richard Dawkins’e bu konuda neler söylediğini aktaracağız.

“Tabiatta görünen sabit kanunlar ve hassas yapıyı hafife almamalısın. Ayrıca bir gün gelip de kâinatın “her şeyin teorisi” ile açıklanacağı gibi bir garanti de yok. Bazı tabiat kanunlarını öğreneceğiz ama bulunduğumuz evreni matematiksel olarak ifade edemeyeceğiz. Çünkü biliyoruz ki, matematiksel yasalar ve veriler bildiğimiz evreni tanımlayamaz. Sürekli sorularla karşılaşacağız. Neden bazı yasaların varlığı diğerlerine bağlıdır mesela? Ben bir çıkış yolu bulamıyorum aslında. Tabiatın bu hayata uygun, sabit ve hassas yapısı açıkça doğru görünüyor. Hem çoklu evrenler teorisi varlığına delil olmayan bir iddiadan ibaret. Eğer böyle bir iddiayı bilimselmiş gibi sunarsak spekülasyon[5] yapmış oluruz. Ayrıca çoklu evrenler teorisindeki evrenlerin sayısı insan hayatının oluşabilmesi için, çok sayıda olması gerekir. Minimum 1056 olmak zorundadır. Eğer dalgalanma hakkında bilgiye sahip olduğunu düşünüyorsan minimum 10120 demelisin. Aslında bu biraz kafa karıştırıcı.”

Weinberg’in sözleri çok dikkat çekici. Fakat bu verilerden bir sonuç çıkarabilmek neden kafa karıştırıcı olsun ki? Aslında hiç de öyle değil. Yaratıcı yerine kâinatımızdan başka 10120 tane başka kâinatın var olduğunu kabul etmek ne demektir? Bu sayı şunu ifade ediyor: Kâinattaki toplam sayısını ifade eden 1078 tane atomun her birinin üzerine 1 trilyon yani 1012 tane sıfır koysak, 1078*1012=1090 ediyor. Yani 10120’den yine inanılmaz derecede küçük bir sayı. Yani bunu kabul etmekle, her bir atomun üzerine 1 trilyon sıfır koymaktan çok daha büyük sayıda kâinatın varlığını delilsiz kabul etmeniz gerekiyor! Eğer kendinizi bir yaratıcıyı kabul etmemeye mecbur bilirseniz ve buna şartlanırsanız, böyle çıkmaz sokaklarda tıkanıp kalıyorsunuz. Böyle bir düşünceye sahip bir insana “aferin!” demek istiyoruz. Yaratıcıyı görünce şöyle mi diyecektir? “Ben seni kabul etmedim, bunu kabul ettim!” Bu sözü kabul görecek midir? Allah hidayet versin diyebiliriz sadece, böyle bir ihtimalin gerçekliğini ciddi ciddi düşünen biri için. Böyle bir noktadaki bu yorumumuzda kimse kusura bakmasın.

Hâlbuki tabiatta görünen sabit kanunları ve hassas ayarı açıklamak için sadece iki şık var. Ya Richard Dawkins ve ateistlerin, var olduğu düşüncesinden bile rahatsız oldukları ve hoşlanmadıkları bir yaratıcının varlığı kabul edilecek. Veyahut varlığına dair bir emare ve delil bile olmayan, olsa bile “kafa karıştırıcı” ve 10120 adet çoklu evren olduğu kabul edilecek.

Allah aşkına böyle bir tercihi yapmanın neresi zor? Zorluk sadece gerçek olması istenmeyen ihtimalin, yani bir yaratıcının varlığının gayet akılcı olmasında mı? Bilimsel düşünceye daha uygun olmasında ve daha elverişli görünmesinde mi? Zaruret derecesinde bir gerekliliğe sahip olmasında mı? Arzu edilen ihtimalin ise, yani tesadüfe bağlı oluşumun ise imkânsızlık derecesinde düşük olması ve söz konusu düşünceye hararetle taraftar olanların bile, böyle bir rastgelelik ihtimalinin gerçekleşmiş olabileceğini kabul etmek konusunda, kendi akıllarının bile rahatça onay verememesinde midir zorluk acaba?

Netice olarak, böylesine ümitsiz çarelere güya bilim adına başvuran ateist düşünce taraftarı bilim adamlarının bu hurafeye inanmaktaki ısrarının, bir tek yaratıcının varlığı düşüncesini güçlendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz bu noktada.

Büyük Patlamaya Farklı Bir Bakış

3.MADDE: Şimdi kâinatın oluşum ihtimali üzerinde duralım.

Arzu ederseniz bir internet arama sayfasına “galaksi resimleri” yazabilir ve çıkan sonuçların resimlerine bu sefer “alıcı gözle” tekrar bakabilirsiniz. Çünkü size üzerinde düşünmenizi isteyeceğimiz çok ciddi bir soru soracağız.. Düzenli sistemleri ve görsellikleri ile insanı hayran bırakan ve her birinde ortalama 300 milyar yıldız bulunan 300 milyar galaksi ile baştanbaşa süslenmiş görünen bu ihtişamlı kâinat, acaba büyük bir patlama sonucu etrafa rastgele saçılmış madde yığınları gibi mi görünüyor size? Rastgele saçılan maddenin düzenli galaksiler oluşturabilmesi, maddenin belli yerlerde toplanarak yıldızları meydana getirmesi ve Güneş Sistemi'nin hassas dengesi, korkunç bir patlama ile ortaya çıkmış gibi bir görüntüye mi sahip sizce?

Böyle bir patlamanın ardından, maddenin uzay boşluğunda rastgele dağılması beklenir. Belli yerlerde toplanıp, düzenli sistemler oluşturması değil. Termodinamiğin ikinci kanununa göre, gözlenen her şeyde, devamlı olarak, enerji vererek düzenlilikten düzensiz bir hale dönüşme eğilimi mevcuttur.[6] Düzenli sistemlerin ve karmaşık canlıların haricî bir müdahale olmadan kendi kendine oluşumu, termodinamiğin ikinci kanununa zıttır. [7] Hem malumdur ki, patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa büyük patlama ile çok gizemli bir biçimde farklı bir netice meydana gelmiştir. Maddeler birbiriyle birleşerek galaksilerin oluşmasına sebep olmuşlardır. Duysanız ki bir buğday ambarına bomba atılmış ve buğdaylar rastgele dağılmak yerine, belli yerlerde toplanıp, düzenli balyalara sarılıp, üst üste istiflenmişler! Böyle bir şey nasıl anormal ve beklenmedik bir durumsa, kâinatımızın da şu anki hâli ve şekli, bu misalden kat be kat şaşırtıcı ve umulmayacak bir neticedir. Ama gerçek olarak önümüzde duruyor. Sorulacak soru şu: Bundan ne anlam çıkaracaksınız?

Büyük patlamayla ortaya çıkan iki zıt güç, yani madde parçacıklarını birbirinden ayırmaya çalışan patlamanın kendi gücü ve maddeyi bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki gücün dengelenmesi ile görünen kâinat oluşabildi. Çekim gücü ağır bassaydı, kâinat henüz genişleyemeden kendi içine çökecek; patlamanın gücü daha fazla olsaydı, madde birbiriyle birleşme fırsatı bulamadan savrulup gidecekti. Acaba bu denge ne derece hassastır? Patlama hızında ne kadarlık bir farklılık, görünen kâinatın oluşmasına engel olur? Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun hesaplar yaptı ve şaşırtıcı bir sonuca ulaştı. Davies'e göre, Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (1018’de bir) bile farklı olsaydı, görünen kâinat ortaya çıkamazdı. Paul Davies şöyle diyor: “Evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur."[8]

Elbette böyle hassas bir ayarlama, rastgele çalışan tesadüfle açıklanamaz ve bilinçle işleyen bir kudretin tasarımı olduğunu ispat eder. Paul Davies, esasen materyalist yaklaşıma taraftar bir fizikçi olmasına rağmen, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir: “Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur... Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir."[9] Daha fazla ne delil istiyoruz acaba?

4.MADDE: Büyük patlama ile şu anki kâinatın oluşma ihtimali ise, ünlü Science dergisindeki bir makalede şöyle anlatılıyor:

“Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki biz de olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkânı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonda birinden (quadrillion=1024) azdır. (yani çok dar bir aralıktadır) Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.”[10]

5.MADDE: Bize hayat imkânı verecek düzendeki bir kâinatın tesadüfen oluşması ihtimali ise, ünlü İngiliz matematikçi Roger Penrose tarafından hesaplanmıştır. Penrose, tüm fiziksel değişkenleri hesaba katarak, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate alarak ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang'in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit ederek bulduğu ihtimal şudur: 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal!  Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Örneğin 10 üzeri 3, 1000 sayısını ifade eder. 10 üzeri 10 üzeri 3 ise, yani 1 rakamının yanına 1000 tane sıfır. Ama burada 1 rakamının yanına, 10 üzeri 123 tane sıfır gelmektedir ki, bunun matematikte bile bir adı ya da tanımı yoktur. 10123, evrendeki tüm atomların sayısının toplamından, yani 1078'den bile büyük bir sayıdır. Ama Penrose'un bulduğu sayı, bunun çok daha üstündedir.

Acaba Roger Penrose hesapladığı bu sayı hakkında ne düşünmüştür? Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar: “Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal, Yaratıcı'nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına o kadar sıfır koyması gerekecektir ki, eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.”[11]

Açıkça ortaya koyulduğu gibi, kâinatın tesadüfen oluşma ihtimali yoktur. Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Karl Stern, bu gerçeği görmezden gelmeye çalışanlar hakkında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: “Evrenin şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tamamıyla delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.”[12] (Şizofrenik düşünce içeriği bozukluğunda, gerçeklikle ilgisiz tuhaf fikirler ve çıkarımlar bulunur.)

Şimdi geldik fantastik laboratuarımızla ilgili gecikmiş ikinci sorumuza: Acaba fantastik laboratuarımızda gerçekleşen, yüksek bir teknolojinin ürünü olan şaşırtıcı ve inanılmaz işler, içinde bulunduğumuz fakat artık alıştığımızdan hayret etmeyi unuttuğumuz dünyamızın içinde cereyan eden olaylara benzemiyor mu?

Detaylı düşünürsek ve dikkatle incelersek, doğru cevapları bulabiliriz. Yüzeysel ve üstünkörü bakış bizi yanıltabilir. Dünyanın her köşesinden, hayat sahibi mucizeli makineler fışkırıyor. İrili ufaklı, çeşit çeşit bileşimlerden meydana gelmiş bu yaşam çeşitliliği 94 adet temel elementten çıkıyorlar. O elementler, aynen misalimizdeki yüksek teknoloji laboratuarında programlanmış nano parçacıklar gibi çalışıyorlar. İşte gözümüz önünde kendilerini belli bir düzenle kopyalıyorlar ve hızla çoğalarak canlıları oluşturuyorlar. Vücudumuzda çalışan hücreler ve elementler, sanki başka bir yerde programlanmışlar ve oradan emir alıyorlar ve kontrol ediliyorlar gibi bir vaziyet, işleyişleriyle ortaya çıkan harika neticelerde açıkca görünüyor.

Aslında hepimiz emir altında çalışan elementlerden yapılmış, etten ve kemikten, ruh sahibi bir android gibi değil miyiz? Kendinize hiç bu gözle baktığınız olmadı mı? Canlı bir biyolojik makinenin içinde yaşıyoruz. Dünyamız müthiş bir canlı android üretim laboratuarı gibi çalışıyor. Hem de nasıl! Milyonlarca canlı türü! Milyarlarca canlı ferdi! Bilim türlerin tasnifini tamamlamaktan aciz kalmış. Halen şu an itibariyle dünya üzerindeki 10 milyona yakın olduğu tespit edilen canlı türlerinin tasnifi devam ediyor. Bu sayının ancak dörtte birine bilimsel bir isim verilebildiğini biliyor muydunuz? Sadece mantar alanında 611 bin tür mevcut olduğu ifade ediliyor. Kıtalarda yaşayan 6.5 milyon tür bulunurken, 2.2 milyon tür de okyanus, denizler, akarsular ve göllerde yaşadığı tahmin ediliyor. 250 yıldır süren canlı türleri tasnifi üzerinde en azından daha 500 yıl çalışılabileceği belirtiliyor.[13]

İçinde bulunduğumuz şu dünyanın, misalimizdeki ruhu olmayan kopya canlıları üreten yüksek teknolojili fantastik laboratuardan çok daha büyük ve mükemmel olduğu, bu bilgilerle güneş gibi açığa çıkmış oluyor.

Tüm bunlara ilave olarak, tabiattaki fiziksel unsurlar, eşyanın tabiatı ve maddî sebepler, ortak özellikleri nedeniyle kendi kendilerine belli bir düzen altına girme özelliği göstermiyorlar. Sel gibi akıp istila etmek mizacında görünüyorlar. (Rüzgâr, güneş, hava, toprak, deprem, yağmur, ısı, ateş, buz, kaya, dağ, nehir vb.)

Tabiattaki büyük unsurların ve maddî sebeplerin ortak özellikleri ise:

Körlükleri, yani görerek iş yapma kabiliyetinden mahrum olmaları.

Sağırlıkları, yani diğerinin ne yaptığını bilerek hareket etmek için birbirleriyle haberleşme imkânlarının olmayışı.

Cahillikleri, yani bilerek iş yapmaktan aciz olmaları.

Cansızlıkları, yani kendi varlıklarından dahi habersiz olanların, önceden var olmayan ve kendilerinde bulunmayan özelliklere sahip bir oluşumu meydana getirmeyi öngörememeleri.

Şuursuzlukları, yani düşünme yeteneği olmadığından, fayda ve zararları gözeterek karar verme ve tercihte bulunma anlamındaki iradelerinin yokluğu.

Denilse ki: Siz tabiattaki sebeplerin eşyayı yapmadığını iddia ediyorsunuz. Hâlbuki biz gözümüzle görüyoruz ki, eşya o sebeplerden yapılıyor.

Biz de deriz ki: Bu sorunun hakikî cevabı, ikinci cümlenizde gizlidir. Evet, biz de aynı şeyi söylüyoruz: “eşya o sebeplerden yapılıyor”. Fakat buna ilave olarak diyoruz ki: “eşyayı o sebepler yapmıyor, başkası o sebepleri kullanarak eşyayı yapıyor.” Bu iki ifade arasında ciddi fark var. Yani diyoruz ki: bir resim, boyalarla ve fırçayla yapılıyor, fakat boyalar ve fırça o resmi yapmıyor. O malzemeleri maharetle kullanmasını bilen bir ressam, o resmi yapıyor.

Bir ressamın, perde arkasından, bize sadece kalemi görünecek şekilde çalıştığını farz ettiğimiz durumda, o resmi bir ressamın yaptığını nereden anlarız? Ressam görüş alanımızın dışında diye, resmi boya ve fırçadan mı bilmeliyiz? Hâlbuki incelediğimizde görürüz ki, o boyaların ve fırçanın kendi kendine işleme ve sanat kabiliyeti bulunmuyor. İşte bu durum bize, o sanat kabiliyetine sahip bir ressamı arattırır ve varlığını sanki görmüşüz gibi aklen kabul ettirir.

Bu basit kıyastaki resimden milyonlarca kat daha harika olan ve ancak ileri bir teknoloji ve yüksek bir bilgi ürünü olabilecek ve büyük bir aklın tasarım kabiliyeti ile vücuda gelebilecek gelişmişlikte ve sanatlı olarak yapılan bu canlıları, “önüne aldığını dağıtan ve karıştıran büyük tabî unsurlar yapmıştır” diye kabul etmek, o fantastik laboratuardaki mini parçacıkların, fırtınanın çarpmasıyla kendi kendilerine mükemmel bir şekilde programlanmış olabileceklerine ve yaşam kopyası olan bitkiler, hayvanlar ve insanlardan çok sayıda meydana getirdiklerine hükmetmekten binlerce kat büyük bir hezeyandır. Böyle bir iddia, ancak sarhoşluk ve zihnî bir hastalık esnasında söylenebilecek bir söz gibi mantıksız görünmüyor mu?

Şimdi biz bütün bu bilimsel verilerden, incelemelerimizden, tabiatta gördüklerimizden ve detaylı araştırmalarımızdan kendi çıkarımımızı, yorumumuzu ve kendi kanaatimizi söylüyoruz.

Bizler böyle bir düşüncenin, ancak eşyanın varoluşunun gerçek sebebi olan olağanüstü bir yaratıcıyı kabul etmek istememekteki ısrardan kaynaklanabileceğini ve hakikatlerin arayıcısı olan bilimsel düşünceye, böyle asılsız fikirlerin yakışmadığını ve onlarla bu kâinatın izah edilemeyeceğini düşünüyoruz.

Herkes gibi bizim de aklımızın hayret içinde kaldığı, devasa büyüklükte, ihtişamlı ve canlı bir tablo olan bu güzel kâinat, acaba güzelliğine ve mükemmelliğine yakışan bir açıklamayı hak etmiyor mu? İnsanlığın yüksek ruhu, bu şaşırtıcı kâinatı açıklayan doğru ve tatmin edici bir cevap istiyor.

Bizler olağanüstü olayların açıklamalarının da olağanüstü olmasını gayet olağan görüyoruz ve bu büyük soruların cevabını tabiat tuvalinde, zerreler mürekkebiyle, aklın daha mükemmelini hayal edemeyeceği bu güzel kâinat tablosunu resmeden ilahî sanatkârın varlığında buluyoruz ve O’nu hürmetle takdir ediyoruz. Bu büyük eserini hayranlıkla seyretme şerefini bize vermesine, bizi kendisine anlayışlı birer muhatap kılmasına ve eserleriyle kendini bize tanıttırmasına karşılık O’nu tanımak ve tanıttırmakla karşılık vermeyi en temel insanlık görevimiz olarak görüyor ve kabul ediyoruz. İncelikli ikramları karşısında minnet ve memnuniyetle, ihtişamlı saltanatı önünde “hayret ve muhabbetle secde”[14] ediyoruz!

[1] Yani tabiat kanunları: “şu şöyle olur ve bundan sonra da böyle olacaktır.” der sadece. Somutlaştıracak olursak, kanunların tanımlayıcı olması demek, nesnenin yerçekiminden dolayı düştüğünü söylemektir. Nesneyi elimizden bırakırsak düşeceğini söylemek ise, kanunların öngörücü olmasıdır. Fakat bu yaratıcı olmayı gerektirmiyor, olayı tarif ediyor sadece. (İzah metni yazarının notu)

[2] Sadece işleyişini tarif eder. (İzah metni yazarının notu)

[3] 1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları, DNA’nın inanılmaz derecedeki kompleks yapısını ve tasarımını gün ışığına çıkardı. Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile DNA’yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını şöyle itiraf etmiştir: “Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.”

[4] Determinizm: Evrenin veya evrendeki olayların ya da bir bilimsel disiplinin alanına giren tüm nesne ve olayların önceden belirlenmiş olduğu, onla­rın öyle olmalarını zorunlu kılan birtakım yasa veya güçlerin etkisiyle meydana geldikleri­ni ileri süren öğretiye verilen addır.

[5] Spekülasyon: Bir hususta sırf düşünce yolu ile delile dayanmadan bir sonuca ulaşma. Kurguda bulunma.

[6] H. Blum, American Scientist, Vol. 43, p. 595, 1955.

[7] “Zaman içinde vuku bulan basitten yüksek yapılı canlılara doğru yüksek seviyede bir organi­zasyonu netice veren bir işlem olarak tarif edilen evrimin, termodinamiğin ikinci kanununa zıt bir işleyiş olduğu çok açıktır. Bu çelişki, kanunun yalnız kapalı sistemler için geçerli olduğu ve eğer sistem bir dış enerji kaynağına açıksa, dışarıdan sağlanan enerjinin harcanmasıyla bu sistem içinde karmaşık bir düzen oluşturulup devam ettirileceği ifade edilerek giderilmeye çalışılmıştır.  Nitekim güneş sistemimiz bir açık sistem olduğundan, güneşten dünyaya enerji sağlanmasından kaynaklanan düzenlilikteki net azalışın kanunun bozulmasına mani olacağı söylenir. Fakat düzenli halin teşekkülü ve devamı için açık bir sistem ve uygun bir dış enerji kaynağı gerekli ama yeterli olmayan şartlardır. Çünkü yönlendirilmemiş kontrolsüz enerji yapıcı değil, yıkıcıdır. Kompleks moleküllerin ve sistemlerin daha basit bileşik­lerden teşekkülünde, bir dış enerjiden başka şeylere de ihti­yaç olduğunu, Simpson ve Beck'in şu ifadesinden anlamakta­yız: "Düzenin tesisi ve devamı için basit bir enerji sarfiyatı ye­terli değildir. Bir çini dükkânında bir boğa iş yapabilir, fa­kat hiçbir zaman bir organizasyon ortaya çıkaramaz. İş yapma, belirli bir çalışmayı gerektirir ve bunun için de bir­çok hususiyetlerin olması gerekir. Her şeyden önce, nasıl iş görüleceğinin bilinmesi icap eder. (G. G. Simpson and W. S. Beck. Life: An Introduction to Biology, 2 nd Ed.) Öyleyse bir sistemde kompleksliğin teşekkülü için şu dört şartın yerine getirilmesi lâzımdır: 1-Sistem, bir açık sistem olmalıdır. 2-Uygun bir dış enerji kaynağı bulunmalıdır. 3-Sistemin enerji dönüştürme mekanizması olmalıdır. 4-Bu enerji dönüşüm mekanizmalarını yönetme, devam ettirme ve çoğaltma için bir kontrol mekanizması bulunmalı­dır. Evrim açısından çözülemeyen bir problem de böyle komp­leks enerji dönüşüm mekanizmalarının ve genetik sistemlerin, nasıl ortaya çıktığıdır. Çünkü termodinamiğin ikinci ka­nunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli bir tabiat kanu­nuna göre, sistemlerin düzensizliğe doğru tabiî eğilimleri var­dır. Daha basit bir ifadeyle; makineleri yapmak için makinelere ve bu makineleri işletecek birilerine veya bir şeylere ih­tiyaç vardır. Yaratılışa inanan birisi, tamamen bilim dışı olan evrim hi­potezine karşı çıkar. Bu âlemin bütün ileri kompleksleriyle beraber ortaya çıkmasını ve devamını tabiatüstü bir Yaratı­cıya verir ve kâinattaki ince ve hassas nizamın kurucusu ve işleticisi olarak bir yaratıcıyı görür. Yaratılışçılık bilim üstü bir modeldir. Fakat ilmin en belirgin kanunlarıyla çelişen evrim hipotezi gibi bilim dışı değildir.” (Prof. Dr. Adem Tatlı’nın makalesinden alınmıştır. Makalenin tamamı için kaynak: http://www.sorularlaevrim.com/makale/evrim-teorisi-termodinamigin-ikinci-kanununa-terstir-96.html)

[8] Paul Davies, Superforce: The Search for a Grand Unified Theory of Nature, 1984, s. 184

[9] Paul Davies. God and the New Physics. New York: Simon & Schuster, 1983, s. 189

[10] Bilim ve Teknik, sayı 201, s. 16; Science Dergisi’nden tercüme

[11] Roger Penrose, The Emperor's New Mind, 1989; Michael Denton, Nature's Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s. 9

[12] Jeremy Rifkin, Algeny, Newyork: The Viking Pres, 1983, s.114  

[13] Hawaii'den biyoloji ve matematik uzmanı Camilo Mora'nın "Kamu Kütüphane Bilimi (PLoS)" kanalı yayınında ifade edilen bilgiler.

[14] Bu ifade, Risale-i Nur’da namazın mana ve hikmetleri anlatılan 9.Söz’de geçmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum