Bütüne bakarken parçadan olmak...

Yunus sûresinin 58. ayeti aslında ne büyük bir ayet. Fakat insan, hazine dairesinde gezerken, tek bir incinin güzelliği farkedemiyor çoğu zaman. Belki nevinin celali, fertteki cemali görmeye perde oluyor. Bizim de Kur’an’a bakışımız böyle, sorunlu. Kur’an’ı bir bütün olarak görmeye alıştığımız için, tek tek ayetlerin güzelliklerini görmeyi beceremiyoruz. Celal, cemale perde oluyor belki. Dikkatsiz nazar, perdeyi aşamıyor. Belki ondan da önce endoktre edildiğimiz kalıplar var. Belki...

Bu yönüyle Asr-ı Saadetten en büyük farkımız bence şu: Onlar, ayetleri tane tane, sûre sûre, nüzûl oldukça yudumladılar. Çölde yağmur bekler gibi ayet bekler oldular çoğu zaman. İftarı bekler gibi beklediler. Namaza durur gibi ayete muntazır durdular. Vahiy, onlar için beklenilendi. Biz böyle bir bekleyiş hiç yaşamadık. Neden mi? Sulak bölgelerin (!) ve zamanların (!) çocuklarıyız. Belki de bu yüzden suyun kıymetini pek bilmiyoruz. Onu hiç beklemedik çünkü. Yağmuru hiç beklemedik, özlemedik. Beklenmeyenin, özlenmeyenin kıymeti, elde edilince, bilinir mi?

Bediüzzaman, eserlerinde sık sık Ceziretü’l-Arab’a beraberinde gelmelerini teklif ediyor okurlarına. Hiç merak ettiniz mi, bunu neden bu kadar sık yapıyor? Neden burada, bu zamanda anlatmakla yetinmiyor da ‘başında izlemeye’ teşvik ediyor bizleri? Neden elzem görüyor?

Ben bunu biraz da Asr-ı Saadeti anlama metodu olarak algılıyorum. Saadeti anlamanın yolu, onu kitaplarla bu zamana taşımakta değil. “Şöyle olmalıyız, böyle yapmalıyız!” da değil. En azından sadece bu değil... Hayalen, aklen, mümkünse vicdanın katık olduğu empatik bir yolla o zamana gitmek lazım hakikî bir tahlil yapabilmek için. Bediüzzaman, o zamana, o coğrafyaya gitme teklifleriyle bunu öğütlüyor gibi geliyor bana. Yahut ben öyle anlıyorum.

İşte eserlerinin içinde Kur’an’ı parça parça tefsir etmesinde de bence böyle bir sır var. Bir nüans var. Biz Kur’an’ı bir bütün olarak okumaya alışığız. Nüzûl sırasına göre, Kur’an’daki sıralamasına göre bir bütün olarak dizilişini biliyoruz. Bu alanla ilgili bir sorunumuz yok.

Alışık olmadığımız, onu tek tek, parça parça, dağınık dağınık (bize göre) tefekkür edebilmekle ilişkili. Belki içinde oradan oraya, buradan buraya yolculuk edebilmekle ilintili. Bu yönde sıkıntılarımız var muhatabiyette. Biz Kur’an’a bir bütün şeklinde iman ediyoruz. Ama tek tek o incilerin ne kadar farkındayız? Yahut da incileri ne kadar inci biliyoruz? Doğrusu kendi hakkımda çok endişe ediyorum.

İşte Asr-ı Saadetten en büyük eksiğimiz bence bu: Onlar tek tek idrak ederek, iman ederek bu ayetleri okudular, hıfzettiler. Bizse hep bir apar toparlık yaşadık Kur’an’ın karşısında. Ne ayetlerin gelmesini bekledik, ne de olaylarla ilgisini kurabildik Asr-ı Saadetteki gibi. Hazır bir kitap olarak bulduk onu. Hazırcı kaldık. Üstelik ona varıncaya kadar da bir sürü başka kitapla muhatap olduk. Nasıl tarif etsem hislerimi? Bizim için Kur’an var, ama hayatlarımızda nüzûl sebebi yok bence. Hayatlarımızdan bu yüzden kopuk Kur’an. Çünkü içinde hayatımıza denk düşen noktaları seçemiyoruz. Derslerimizi alamıyoruz.

Acaba Bediüzzaman’ın tefsir metodu içerisine bu kadar kendi hayatını, hissini, geçmişini katmasının bir hikmeti de bu olabilir mi? Mesela İhtiyarlar Risalesi’nde sayfalar boyunca kendi kırılmaları, üzüntülerini aktarmasının; veyahut Hastalar Risalesi’nde kendisinin ve çevresindekilerinin yaşadıklarını aktarmasının böylesi bir hikmeti olabilir mi? Risaleleri okumak, Kur’an’ı hayatla bağlamanın pratik yolunu bizlere öğretebilir mi? Neden olmasın? Bana bu yönüyle de sırlı geliyor.

http://twitter.com/yenirenkler

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum