'Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir!' diyenlere de ki

'Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir!' diyenlere de ki

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Yunus Sûresi 13-17. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

13-Celâlim hakkı için, sizden önceki nesilleri, kendilerine peygamberleri mu‘cizelerle geldikleri hâlde zulmettikleri ve îmân edecek de olmadıklarından helâk ettik! İşte günahkârlar topluluğunu böyle cezâlandırırız.

14-Sonra onların ardından, bakalım nasıl amel edeceksiniz diye sizi yeryüzünde halîfeler kıldık!(1)

15-Ve onlara âyetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir!” dedi. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir! (Çünki ben,) ancak bana vahyolunana tâbi‘ olurum! Şübhesiz ki ben, Rabbime isyân ettiğim takdirde, (gelecek) büyük bir günün azâbından korkarım!”(2)

16-De ki: “Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve (Allah) onu size (benim lisânımla) bildirmezdi. İşte şüphesiz ki (ben) bundan önce sizin içinizde bir ömür boyu durmuşum.(3) (Benim aslâ yalan söylemediğimi siz çok iyi bilirsiniz!) Hiç akıl erdirmez misiniz?”

17-O hâlde, Allah’a yalan yere iftirâ edenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şu muhakkak ki, (öyle kâfir) günahkârlar kurtuluşa ermez.

(1) “Bir Vâhid-i Ehad (sıfat ve zâtında bir olan Allah), şu kâinât sarayında taklîd edilmez sikkeleriyle, O’na mahsus hâtemleriyle (mühürleriyle), O’na münhasır turralarıyla, O’na has fermanlarıyla bütün mevcûdâta (varlıklara) damga-i vahdet (birlik mührü) koyuyor ve tevhîdin âyâtını (birliğin delillerini) nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında (kâinâtın her tarafında) vahdâniyetin (birliğin) bayrağını dikiyor ve rubûbiyetini (umum kâinâtı terbiye edici olduğunu) i‘lân ediyor. O da ona mukābil, tasdîk ile, îmân ile, tevhîd ile, iz‘ân ile, şehâdet ile, ubûdiyet (kulluk) ile mukābele eder. İşte bu çeşit ibâdât ve tefekkürâtla (ibâdetler ve düşünmelerle) hakīkī insan olur, ahsen-i takvîmde (en güzel yaratılışta) olduğunu gösterir. Îmânın yümnüyle (kuvvetiyle) emânete lâyık, emîn bir halîfe-i arz (yeryüzünün halîfesi) olur.” (Sözler, 23. Söz, 119-120)

(2)Kur’ân’da, puta tapmanın kötülüğünden ve kâfirlere yapılan tehdidlerden bahsedilince, müşrikler Resûl-i Ekrem (asm)’a: “Bize bunlardan bahsetmeyen başka bir kitab getir! Şâyet Allah sana böyle bir kitab indirmezse, ya sen onu kendi nefsinden uydur, yâhut yanındaki Kur’ân’da değişiklik yaparak isteklerimizi yerine getir!” dediklerinde bu âyet-i celîle nâzil oldu. (Nesefî, c. 2, 224)

(3)“Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhândır (delildir). Ve kezâ o Zât’ın (asm), dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hîlesi, bir hıyâneti (hâinliği) görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zât’ın (asm) yaratılışında, fıtratında bir fenâlık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsa idi, behemehâl (er-geç) gençlik sâikasıyla (sevkiyle) dışarıya verecekti. Hâlbuki bütün yaşını ve ömrünü kemâl-i istikāmetle (dosdoğru), metânetle (sağlamlıkla), iffetle, bir ıttırâd (süreklilik) ve intizâm üzerine geçirmiş, düşmanları bile hîleye işâret eden bir hâlini görmemişlerdir. 
Ve kezâ yaş kırka bâliğ olduğunda (ulaştığında) iyi olsun, fenâ olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsûh peydâ eder (iyice yerleşir), meleke hâline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu âlî (yüce) Zât (asm), tam kırk yaşına girdiği zaman icrâsına başladığı o inkılâb-ı azîmi (o büyük inkılâbı), âleme kabûl ve tasdîk ettiren ve o inkılâb-ı azîme âlemi celb ve cezb ettiren (çeken ve sevdiren) ancak o Zât’ın (asm) evvel ve âhir, herkesçe ma‘lûm olan sıdk ve emâneti (doğruluk ve güvenilirliği) idi. Demek o Zât’ın (asm) sıdk ve emâneti, da‘vâ-yı nübüvvetine (peygamberlik da‘vâsına) en büyük bir bürhân (delîl) olmuştur.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 156-157)