M. Maruf ÖZÜLKÜ

M. Maruf ÖZÜLKÜ

Bugünkü sorunlar, dünden kaldı

Oldum olası makalelelerin dizi yazı gibi kullanılmasını sevmem. Yazıyı devam ettirirken aynı başlığı 1,2,3 diye mumaralandırarak devam ettirmek yerine, her yazıya birbirini takip eden farklı başlıklarla sunmak daha şık olur kanaatindeyim.

Bir önceki yazımızın mevzuuna  devam edeceğiz. Yazıyı yukarıdaki gerekçeyle farklı başlıkla devam ettiriyoruz.  Önceki yazının sonunda, “devam edeceğiz” cümlesini de bilinçli olarak kullanmadık. Pehlivan tefrikalarını hatırlatan bu tarzlar artık değişsin diye düşünüyoruz. 

Evet, “Kanla geleni kan tutar” demiştik…

Osmanlı’nın ahir günlerinde,  kanlı Babiali baskınları, kah Hürriyet adına kah Şeriat adına gerçekleşen kalkışmaları ve 31 Mart Vakası gibi hadiseleri  toplumu bir hayli germiştir. Öyle ki, kimin, neyi, niçin istediğini anlayacak mecali kalmamıştır.

Vatan için hürriyet isteyen ile “vatan bölünmesin” diye Meşrutiyete karşı çıkanların olduğu dönemdir.  Şeriatın, İstabdat olmadığını, Meşrutiyetin sefahat yada azınlıklara iktidarı vermek demek olmadığını anlatmak kolay değildir. 

Osmanlı, hasta adam vaziyetinde olduğundan, farklı milletlere mensup olanların ayrılıp devlet kurma teşebbüsleri de hızlanmaktadır. O dönem yeni yeni yeşeren Türkçülük hareketleri de bu arayışlara dolaylı biçimde katkı sunmaktadır.

Padişahların bazen müstebit olmak zorunda kaldığı bazen de muktedir olamadığı günlerdir o günler. Amcasının cinayetine şahitlik eden Abdülhamit vardır. Bir de Abdülhamit’in hainane biçimde halline şahit olan Vahdettin vardır.

Abdülhamid’in aşırı tedbirciliğinin yanına Vahdeddin’in aşırı çaresizliğini koyun.  Nereden nereye?..

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, bir zamanlar, “Osmanlı Padişahının yetkileri ile günümüz Cumhurbaşkanı‘nın yetkileri”ni mukayese etmiş ve Padişahın daha az yetkili olduğunu ortaya koymuştu. 

Öyle ki, Vahdeddin’e “Nasılsınız efendim” diye sorarlarmış. O da, “Ben bilmem onu Enver Paşa’ya sorun” diye nükteli cevap verirmiş.

İşte o günlerde sesi soluğu yeni yeni duyulan garip kılıklı ve garip tabiatlı bir adam çıkar sahneye. Çıkılmaz yolu gösteren ve günü doğru okuyan bu isim Said Nursi’dir.

Bediüzzaman Said Nursi, hadiselerin kafa karışıklığını had safhaya çıkardığı o günlerde cansiperane faaliyet gösterir.

Onu, Abdülhamid’e eğitim çağrısı yaparken görürüz. Teklifini sunar.

Onu, Tiyatro Salonunda provoke edilmek istenen halka nasihat ederken görürüz.

Onu, 31 Mart komplosuna alet olmak üzere olan askerlere “Sizin işiniz üstlerinizin emrini dinlemek. Siyaset değil askerlik yapınız” mealinde konuşma yaparken fark ederiz. Sözü konuştuğu kıtaları sükünete çevirir. Ama onu ödüllendirmek yerine yargılamaya çağırırlar.

Mahkemeler, kurulup darağaçlarının gölgesinde muhakeme edilirken çıkar karşımıza. Tehditvari tarzda yapılan “Sen de Şeriat istemişsin” ithamına, “Şeriatın bir hükmüne bin canımız feda olsun. Evet. Ama ihtilalcilerin istediği tarzda değil” diye kahramanca karşılık verirken ve binlerce mazlumun hukuku adına, “Zalimler için yaşasın Cehennem” diye haykırarak salondan çıkışını görürüz.

Hürriyete methiye ile selamlayan, Meşrutiyete İslamiyet namına sahip çıkan Bediüzzaman, frenkmeşrep Jöntürkleri irşad etmekten de geri durmaz. 

Meşrutiyet’in yerleşmesi için, Meşrutiyet-i Meşrua olması gerektiğini ifade eder.

Onlara Garbı İstanbul’a, İstanbul’u da Anadolu’ya mukayese ederek yanlış yapmamaları konusunda uyarır.

İstanbul basınında makaleler yazar, o günün sivil kuruluşlarıyla görüşür ve her meşru alanda ilgililere yol gösterir.

Milliyet adına hamiyet yerine İslam milliyetine dört elle sarılma çağrısında bulunur ve “Hutbe-i Şamiye” adlı eserinde bunu nefis biçimde izah eder. İslam alemini hasta eden virüsleri tek tespit eder ve tedaviyi anlatır.

Şark aşiretlerine, Meşrutiyeti, hürriyeti, terakki  anlatır ve silkinme çağrısında bulunur.  Ermeni teröristlerin halk üzerinde meydana getirdiği infiale de temas eder ve sulhun itimadın yeniden sağlanması gerektiğini vurgular.

Ayrıca bugün bölgede  yaşadığımız kronik vakaya da o gün dikkat çeker. Tesbitleri ve çözümlerinin haklılığı, yerindeliği bugün daha iyi anlaşılıyor.

Münazarat adlı eseri, işte bu mübahesenin belgesidir.

Gümüzün meseleleri,  dünkü sıkıntılarımızın sarmal olup günümüze gelmiş halidir. Çözüm dün de bugün de doğru teşhislerde bulunmaktan  ve doğru tedaviye başlamaktan geçiyor.

Bir asır ertelettiğimiz sorunları, içinden çıkılmaz hale getirdiğimiz için bunalımdayız.

Bırakın çözmeyi önce meseleleri anlayacak sağlam bir kararlılığa ihtiyacımız var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum