‘Biz’ olurken ‘Ben’ kalabilmek…

Aykırı ve farklı olmak ne kadar da zor... Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, herkes, başkası olma başarısını gösteren bir diğerini, kendi suretine çevirmeye çalışıyor. Kendi rengiyle boyayıp, kendisi yapmaya uğraşıyor. Farklılıklarını köreltmeye gayret ediyor. Hatta bu yolda onu hırpalıyor, incitiyor, suçluyor. Öyle merhametsizleşmiş ki, insanoğlu, karşısındaki fikre hakikat hatrına hakk-ı hayat dahi vermiyor. Eleştiriye gelmiyor, hatta en masum ve yumuşaklarını bile büyük bir terbiyesizle itiyor, sövüyor, reddediyor. Yetmiyor mu? Bu sefer de “hainlikle” suçluyor. Başka ülkede yaşamasını, sanki onu bu ülkeden atabilecek bir gücü varmış gibi, teklif ediyor.

Dünyaya hakikati bulmak için gelmiş, bu devrin ehl-i akıl insanları için ne acı bir tablo bu...

 

Belki cadı avları bitmiş... Eskisi gibi kimseler yakılmıyor şehir meydanlarında. Fakat daha farklı, daha şedit bir avcılık, fikirler bazında yapılıyor. Bir endoktrinasyon, bir toplum mühendisliği, bir acımasızlık, her platformda devam ediyor. Ne sağcı solcuya, ne solcu sağcıya tahammül edebiliyor. Herkes, sanki bu elzemmiş gibi, aklı erer ermez kendisini bir grubun içinde şuursuzlaştırıyor. Kendi fikirlerini yok edip; başkanları, liderleri, önderleri, şeyhleri, ağabeyleri gibi düşünmeye başlıyor. Demokrasi; biraz da farklılıkların kabulü, biraz da tahammül değil midir halbuki? Bence ta kendisidir. Demokrasi, insanların birbirlerinin görüşlerini anlamasalar da, saygı göstermeseler de, en azından tahammül edebilmeleri demektir. Şimdi ise bırakın saygı duymayı, tahammül edebilen bile yok. Öylesine çirkin bir zamandayız. Öylesine bedbahtız.

Düşünmek suç... Yasalar indinde olmasa bile toplum indinde büyük suç. Sen ki, içinde bulunduğun gruptan, partiden, örgütten, cemaatten, milletten, devletten farklı düşünüyorsun; o halde tahammül edilememeye alışacaksın. Belki aşağılanacaksın, belki horlanacaksın. Saygı duymayı değil, zorla da olsa “sevmeyi” öğreneceksin.

Şimdi Necip Fazıl’dan, Nazım Hikmet’ten, Bediüzzaman’dan, İskilipli Atıf Hoca’dan, Çetin Altan’dan, farklı farklı isimlerden bahsedebilirim. Hepsinin de bir enteresanlığı, bir garipliği vardır. Burada zikri geçen isimlerden en az birisi için; onu seven grup sevinirken, onu sevmeyenler de; “Hiç bu isim, şunun yanına yakışmış mı?” diyebilir. Bence farklı olmak noktasında bu yazıya ve aynı satıra yakışmışlardır.

Evet, biz insanız, dünyaya farklı şeyler söylemeye, farklı desenler çizmeye ve “orijinal” olarak yaşamaya gelmişiz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; insanın bir ferdini, sair hayvanların bir nevinden (türünden) daha kıymetli yapan da bu orijinallikleri olmalıdır. Çünkü diğer hayvanların tür içinde çok bir farklılıkları yoktur. Sanki birbirlerinin ruhça aynılarıdır, sadece cüzî fiziksel farklılıkları kalmıştır. Fakat bir insanın; daha annesi/babası, daha kardeşi, hatta ikiz kardeşinden yola çıkarken farklılıkları o kadar artar ki; sanırsınız farklı türdeler... Sanmazsınız kardeşler. Sanırsınız, farklı bir dünyadan, dünyamıza teşrif etmişler. O derece orijinalizdir.


Bu farklılıkları eritmek, köreltmek, birbirimizde asimile olmak iyi bir şey değil bence. Ulus devletler kuruldu kurulalı, Vestefalya (Westphalia) anlaşmasından beri cetvelle çizilen kara parçaları içinde farklılıkları yok etmeye çalışıyoruz. Farklı milletlerin ve farklı düşüncelerin oluşmasına engel olmaya gayret ediyoruz. Elimize ne geçti, onlarca kanlı savaştan başka? Kan akıtmaktan başka neyi başardık? Dağlara, taşlara “Ne mutlu” ile başlayan cümleler yazmakla dünyaya bir şey anlatamadık, katamadık. Bo­şuna dağlarda oyalandık.

Ulus devletlerin ideolojik altyapısıdır bu. Farklı dili, farklı görüşü, farklı akımı yok edeceksin! Nefes hakkı vermeyeceksin. Hepsini bir kimlikte asimile ve kör edeceksin. Fakat bu ütobik çalışmalar sırasında, pek çok güzel değer de ayaklar altında kalabiliyor. Çok büyük zalimliklere, devletin menfaati icabı, imza atılabiliyor. Halbuki İslam’da kişilerin hakkı kutsaldır. Kendi arzu etmediği zaman asla feda edilemez. Ama ulus devletler, devletin selameti ve hayrı için bu hakkı kendilerinde görebiliyorlar; yakıyorlar, yıkıyorlar. Yirminci yüzyıl iki dünya savaşıyla (soykırımları saymıyorum bile) buna şahittir.

Ulus devlet anlayışının, ya da taassup sahibi cemaat, tarikat anlayışlarının veyahut hangi çatı altında olursa olsun, böyle şekillendirmelerin, yönlendirmelerin baskıcılığının reddiyesi; yeniden insan olmak için hepimize lazım. Her şey de asi olalım, isyana bağlayalım, karşı çıkalım demiyorum. Fakat biraz daha müdakkik olmak, hakikatin ortaya çıkması adına karşı fikirlerimizi söylemekten çekinmemek şart değil mi?

Neden mi şart?

 

Çünkü fıtratımız bunu iktiza ediyor, gerektiriyor. Cenab-ı Hak bizi doğruyu tek başına bulan değil, birlikte hareket edip, farklılıklarını ortaya koyarak neticeye varan toplumlar olarak yaratmış. Bu yüzden yalnız kalamıyoruz. Gruplar, topluluklar, aidiyetler arıyoruz. Bulamazsak oluşturuyoruz. Hakikati bulabilelim diye yapıyoruz bunu... Bu bizim yapımızda var yani... İyisi mi tahammül kültürümüzü biraz daha ilerletelim de, zenginliğimiz olan farklılıkları öldürmeyelim. Milliyetçi, ulusalcı, beyin yıkamacı tüm yanlarımızdan soyunalım. Biz olalım; ama “ben”leri unutmayalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.